İNANÇLA İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR

Yazar: Yrd.Doç.Dr.H.Mehmet SOYSALDI

 

BİRİNCİ BÖLÜM

İnançla ilgili temel kavramlar:

A- İman; Arapça lügatte mutlak olarak “tasdik etmek”anlamındadır. Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya kendisi yalandan emin olmuş olur.

Kur’an-ı Kerim’de İman en çok kullanılan kavramlardan biridir. Kur’an’da geçen iman kelimelerini teker teker incelediğimiz zaman, bu kelimenin Kur’an’da “tasdik etmek, inanmak” anlamında kullanıldığını görürüz.

Şeriat dilinde iman: “Hz. Muhammed (sav)’in Allah’tan getirip haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğunu kabul ve itiraf etmektir”.

Istılahi anlamıyla İslam, Allah’ın emirlerine tam teslimiyet ve itaattir. Yani ne yapılacağı ve ne yapılamayacağı konusunda Allah’ın hükümleri ile hoşnut olmak, tam kabul ile hiçbir itiraz olmaksızın Allah’ın görev dediğini görev ve yasak dediğini yasak kabul etmektir. Bu yüzden, bir lisan meselesi olarak iman ve islam arasında fark vardır. Çünkü iman, lügatte “tasdik” demektir. Oysa islam, “tam teslimiyet” anlamındadır. Tasdikin özel bir mahalli vardır ve dil onun tercümanından başka bir şey değildir. Bunun tersine teslimiyet belli bir mahal ile sınırlı değildir, kalbi, dili, vücut azalarını içine alır.

B-Küfür; Lügatte “bir şeyi örtmek” demektir. Bu sebepledir ki, tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçilere “küffar” denilmiştir. Kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı ile herşeyi örttüğünden geceye “kafir” denilmiştir. Hurma çiçeği kapçığına “kafur”, kalça etine “kafire”, tevbe ve ibadet özelliği taşıyan bazı cezalar da, günahları örttüğü için “keffaret” diye isimlendirilmiştir.

Ayrıca küfür kelimesi, imanın karşıtı olarak “tekzib ve inkar” manalarında kullanılmış ve bununla meşhur olmuştur. Bazen nimeti inkar manasında da kullanılmıştır.

Küfür kavramı, Yüce Allah’ın nimetlerini insanlara bahsetmesi insanların bu nimetlere karşı tutumu hususunda kullanıldığında kelime “ele geçen menfaatleri örtmek” yani “bilmemezlikten gelmek ve bu suretle “nankör olmak” anlamına gelmektedir. Demek ki küfür kavramının anlam çekirdeğinde “nankörlük” öğesi bulunmaktadır.

 

C-ŞİRK; Allah’ın ortağı kabul etmek ve yaptığı ibadetine başkalarını da ortak yapmak demektir. Bu da putlara, ağaçlara, hayvanlara, kabirlere, gökteki cisimlere, tabiat kuvvetlerine, ruhani varlıklara ve insanlara uluhiyet vererek tapınmaktır. Müşrik de; “ortak koşan” demektir.

Şirk, mutlak inkar anlamında da kullanılır. Çünkü Allah’a ortak koşmak şart değildir, hatta uluhiyyette Allah’a denk bir varlığın olduğuna inanmak, mutlak şirktir. Çok ilaha inanmak olan polietizm şirkin en belirgin şeklidir. Genel bir tanımla şirk; Yüce Allah’ın uluhiyyetinde, sıfat ve fiillerinde, eşi ve ortağı bulunduğunu kabul etmektir.

Kur’an, şirki, en büyük günahlardan sayar. Özellikle affedilmez olduğunu belirterek böyle bir fiili, işlenmemesini ister. Şirkin büyük günah oluşu, insanın yaratılmış olduğunu unutarak kendisini tesadüfün veya adi bir maddenin icadı olarak görmesinden dolayıdır.

 

D-NİFAK; lügatte; tükenmek, azalmak; ruhu çıkmak, ölmek, eşyaya rağbetin çok olması ve alışverişin artması, yaranın kabuk bağlaması gibi çeşitli anlamlara gelir.

Kur’an’da bu kavramı, “dıştan mü’min görünüp içinden inkar eden iki yüzlü insanlar” manasında kullanmış olarak görmekteyiz.

Ne zaman kafir bir toplumda Allah’ın daveti zafere ulaşır, Allah kelimesi yücelir, insanlar akın akın Allah’ın dinine girer, küfrün kuvveti temelinden sökülür, kafirlerin hükümranlığı yok olur, kuvvet ve kudret müslümanların eline geçerse; işte o zaman mü’minlerle beraber İslam toplumunda imansız münafıkların bulunması mümkündür. Münafıklar Müslümanların hakimiyetinden korktukları için, kafirlerle beraber açık bir şekilde inkarları üzere kalmazlar. Küfürlerini gizleyip, İslam’ı izhar ederler. Galibiyet, hakimiyet ve otorite kafirlerde olduğu müddetçe münafıklık ortaya çıkmaz. Çünkü bu durumda inkarlarını açığa vurup, İslam’a karşı direnmelerinden hiçbir korkuları yoktur. Bundandır ki Mekke döneminde hiç münafık yoktu.

Nifağın aslı kafirlik ve korkaklıktır. Küfür, münafıkların kalplerinde gizlediği inkar, korkaklık ise, gizlediği inkarının aksini açığa vurmasıdır. Bundan dolayı münafık korkak, alçak ve yüreksiz olur.

Münafık kafirden daha tehlikeli ve daha zararlıdır. Çünkü inkarda kafirle eşit olup, hile ve saptırma bakımından ondan daha ileridir. Onların kalplerinde hastalık vardır, Allah da hastalıklarını artırmıştır. Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azap vardır. Münafıklar, müslümanları zayıflatıp çökertmeye, saflarını parçalamaya ve onları kendi aralarında birbirine düşürmeye hırs gösterirler. Yalancılık ve yalan yere yemin etmek de münafıkların sıfatlarındandır. Kötülüğü emir ve iyilikten sakındırmaları, haksızlık ve ahde vefasızlık da münafıklık sıfatıdır.

 

İKİNCİ BÖLÜM

İnancın konusu olan temel kavramlar

A-Allah kavramı: Allah kelimesinin herhangi bir kökten türemiş olmayıp sözlük manası taşımadığı ve gerçek mabudun özel adını teşkil ettiği, yahut sözlükte bir anlamı olsa bile gerçek mebuda ad olunca bu anlamı kaybettiği fikri benimsenmektedir. Cahiliye devrinde bütün göçebe kavimler gibi Arabistan bedevileri de kainatı yaratan, yağmuru yağdıran yüksek bir gök tanrıya inanıyorlar ve ismine Allah diyorlardı.

Kur’an’a göre ise Allah, varlığı gerekli olan yüce ve eşsiz olan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, bütün kemal sıfatlara sahip, herşeyi yaratan, ibadete layık ve bütün noksanlıklardan münezzeh olan bir zattır.

Allah kavramını semantik açıdan değerlendirecek olursak; Allah, Kur’an düşünce sisteminde en yüksek odak kelimedir. Onun için bu sistemde Allah fikri yukarıdan aşağıya herşeye hakim olur ve bütün anahtar terimlerin semantik yapısı üzerinde derin tesir gösterir.

B-Melek kavramı: Bunlar Allah’ın emirlerini eksiksiz yerine getiren itaatkar mahluklardır. Allah’a karşı gelmezler. Allah’ın emirlerini yerine getirirler, insanlara yardımcı olurlar, onun iyi ve kötü bütün davranışlarını tesbit ederler.

Araplar Kur’an’ın nüzulünden önce melek kelimesini, “Allah’ın risaletini tebliğ eden ve O’nun katında şefaat eden ruhani varlıklar” anlamında kullanmışlardır.

Kur’an’ı Kerimi baştan sona dikkatli bir şekilde incelediğimiz zaman melekler hakkındaki cahiliye devri Araplarının önce zikretmiş olduğumuz inançlarında çok büyük değişiklikler getirmiştir. Melekler kendi aralarında çeşitli sınıflara ayrılmıştır. Bu suretle üniversal varlık hiyerarşisi içinde bir melekler hiyerarşisi de kurulmuştur. En önemli husus ise meleklerin tanrılık vasfını kaybetmeleridir. Onlar da insanlar gibi Allah’a ibadet ve itaat etmek için yaratılmış Allah kullarıdır. Bu hususta cinlerin durumu da meleklerin ki gibidir.

 

C-Kitap kavramı: Kur’an’ı Kerim’den iki şekilde tefsir edilmiştir: Birincisine göre kitap, arşta saklanan, kainatın ahvalini içeren kitaptır, Allah’ın ezeli ilmidir. Diğer tefsire göre kastedilen kitap, Kur’an’ı Kerim’dir. Allah Kur’an’da insanlar için lüzumlu olan herşeyi açıklamış, hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır. Kur’an din kitabıdır. İnsanların dinde muhtaç oldukları herşey Kur’an’da vardır.

 

D-Nebi ve Resul kavramı: Resul; kendisine vahiyle şeriat verilen ve onu tebliğ ile görevlendirilen peygamberdir. Nebi; kendisine şeriat verilmeyip, bir önceki şeriatla amel etmesi ve onunla toplumu, yani gönderildiği kavim veya milleti eğitmesi emredilen peygamberdir. Bu tarife göre, her resul aynı zamanda nebidir, ama her nebi resul değildir.

Araplar beşer cinsini, Allah’ın risaletini taşıyacak güçte görmemişlerdir. Araplar üstünlüğü mal ve mülkten ibaret görüp, insanın manevi yönünü inkar etmişlerdir. Hastalıkta, sıhhatte, fakirlikte ve zenginlikte peygamberle beraber olmalarından dolayı, Allah’ın elçileri olduklarını uzak görmüşledir. Zira cahiliyye dönemine göre; peygamberlerin herşeyde ileri olmaları gerekirdi.

Prof. Dr. Süleyman Ateş tefsirinde şöyle demektedir: “Resul ile nebinin aynı anlama gelip gelmediği üzerinde ayrı görüşler vardır. Genel kanıya göre resul, insanları irşad için gönderilen ve kendisine vahiy gelen peygamberdir. Haber veren anlamındaki nebi ise vahiy değil, sadece ilham alan, ya da rüyada kendisine ilahi düşünceler verilen peygamberdir.

 

E-Ahiret kavramı: Kur’an-ı Kerim’de ahiret günü, ahiret yurdu gibi isimlerle isimlendirilen ahiret; kıyametle birlikte başlayan yeni yaşantıya verilen genel bir isimdir. Bu dünya hayatından sonra başlayacak olan yepyeni bir hayattır ki mü’minler buna kesin olarak inanırlar. Dünyaya neş’e-i ula(ilk yaratma), ahirete neş’e-i saniye(ikinci yaratma) denir.

Ahiret ebedi hayattır. Ahiret hayatını, bilginlerden kimi tamamen ruhani, kimi de hem ruhani, hem cismani kabul eder. Fakat Kur’an’ın ruhundan anladığımıza göre bu hayat, hem ruhani hem de maddi ve hissidir. Ancak ahiretteki maddi hayatı, bildiğimiz şu dünya maddesinden mahiyet itibariyle farklıdır.

Ölüm, İslam öncesi Araplar arasında bir yok oluş olarak kabul edilmiştir. Onlara göre ölüm bir sondur. Ölüm ötesi onları hemen hiç ilgilendirmemiştir. Onların çoğuna göre bu dünya hayatından sonra hiç birşey olamaz. Vücut toprağa gömülünce çürür toz toprak olur, ruh ise bir rüzgar gibi uçup gider.

Kur’an öğretisinde ahiret kavramı insanın ölümünden sonraki ebedi, sonu olmayan, gelecekteki bir hayatı ifade etmektedir. Ahiret kişinin ölümü ile, başka bir deyişle dünyadaki hayatının sona ermesiyle başlayan yeni, ancak bu defa sonsuz bir hayat dönemidir.

Kur’an ahireti anlatırken, kullandığı üslup dikkatleri çekici, muhatapta vicdani tepkiler uyandırıcı, onun iç hayatında bir hareketlenme meydana getirir. O alem sanki bizzat muhatabın gördüğü bir resim, adeta bir canlı, bir şahıs haline gelmiştir. Böylece bu ayetleri okurken, muhatap kah son derece heyecanlanır, kah tüyleri ürperir, kah korkuyla dolar, kah huzur ve güven duyar, kah ateşin yalımları ile sarılır, kah cennetin latif rüzgarlarını hisseder. Böylece vaadedilen günün gelmesinden önce, onu bu dünyada tanır.

 

F-Kader ve Kaza Kavramı: İnsan hayatının en önemli çağı, son çağıdır. Yani ölümüdür. Cahiliyye insan düşüncesine göre ölüm, en önemli meseledir. İnsan hayatının başlangıç çağına fazla ilgi göstermemiştir. Şayet düşünülseydi, normal olarak başlangıç Allah’a bağlanırdı… Onlara göre insan da varlığını Allah’ın yaratmasına borçludur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta var: İnsan yaratılınca, Yaradanıyla bütün bağlarını keser. Ve yeryüzüne geldiğinden itibaren varlığını, çok daha kuvvetli bir patronun eline koyar onun yönetimine girer. Bu diktatör patronun yönetimi, ta insanın ölümüne kadar sürer. Ölüm de hayatı boyunca zulmü altında inlediği bu zalim diktatörün son darbesidir.

Allah kainatta ne olacak ise onların hepsini vukuundan önce bilir. Allah’ın bildiği şeyler de zamanı gelince olur. Bunlardan kaçmak mümkün değildir. İşte İslam’da kader budur.

Prof. Dr. Süleyman Ateş tefsirinde ; “Müfessirler, bazı rivayetlere dayanarak kader meselesine girmişlerdir. Kader Allah’ın ezeli ilmidir ve Allah zamansız olduğu için O’nun ilmini bizim ölçülerimizle değerlendirip o bilginin mahiyeti hakkında bir hüküm vermemiz yanlış olur.

Kaza’nın anlamı ise, yapmak yerine getirmek, tamamlamaktır. İrade ve karar verme anlamı mecazidir. Bir şeyi tamamlamak demek olan icad, önce onu istemekle olur. Bu istek sonucunda iş yapılır. Bundan dolayı işi yapmak, tamamlamak anlamındaki kaza, mecazen irade(istemek) anlamında kullanılmıştır. İbnu’s-Seyyid’e göre kaza ve kader aynı anlamdadır. Fakat genellikle kaderi, bir şeyi yapmazdan önce takdir etmek, kazayı da planlanan şeyi uygulamak, yoktan varlık alanına çıkarmak şeklinde ayırmışlardır.