ÇAĞ VE İLHAM 4

Yazar: Sezai KARAKOÇ

 

İNSANLIK VE ORTADOĞU

İnsanlık, gerek bölgelerle sınırlı gibi gözüken savaşlarla, gerekse her zamanki siyasi, ekonomik ve sosyal problemlerle kaynaşıp durmakta. Ve görünüm, bu problemlerin giderek çözümlenmesinden çok, daha da yoğunlaşması yönünde. Biz bunun sebebi olarak, olayların ilgili devletlerce, ulusların kamuoyunu oluşturan kurumlarca, kitleler ve liderlerince doğru yorumlanmamasını ve gereği gibi değerlendirilmemesini görüyoruz.

Ortadoğu’nun acılı yazgısının çözümünü sadece siyasi uzlaşma ve anlaşmalarda aramak, insanlık için tarihi yanılgıların en büyüğü olacaktır. İnsanlar problemlerinin vahimliğini hissetmedikçe, çözümü, en olmadık ve elverişsiz yerlerde arayacaklardır. Bu da onlara giderek bir kötümserlik aşılayabilecektir.

Uzakdoğu’da, geçen son yıllarda Vietnam’da, Kore’de karşı karşıya gelen ve çalışmalarını ideolojik görünümle maskeleyen süper güçler, bu kez bunalımı Ortadoğu’ya taşımışlardır. Lübnan’ın başına gelen, basit bir savaş olayının tabii sonucu gibi düşünülüp açıklanamaz. Bu artık çağımızdaki medeniyet, insan ve hümanizma kavramlarının iflas ettiğini gösteren trajik bir iflas belgesidir.

 

Ortadoğu’nun Dramı:

Gündemde Görünmeyen Gündem

Ortadoğu, son yüzyıllar, kendi medeniyet ve kültürünün daha çok dış ve donuk tabakalarına dayanarak Batı’nın saldırısına karşı ayak diredi. Sonundaysa, dünyanın bir çok bölgelerinde olduğu gibi ona yenildi. Bu kez de birdenbire bir panik havası içinde, kendi kültür ve uygarlığını tümüyle bırakma denemelerine geçti.

Her ülke, kendi içinde, ve ülkeler birbirine karşı sürekli bir çatışma çırpınışında. İşte, bu saatte, süper güçler, onu, asla bütünleşmez ve birleşmez gördükleri için parça parça doğramaya, tuzla buz edercesine ufalamaya girişmiş bulunuyorlar. Ortadoğu’yu kuşatan ve bir çember içinde sıkıştıran bu ağır durum aslında Kapitalist ve komünist dünyanın sadece askeri ve ekonomik gücünden kaynaklanmıyor ve asıl ‘medeniyet’ ve ‘insanlık,’ anlayışlarından doğuyorsa ona karşı gerekli direnç ve tepkiyi gösterememede sadece Ortadoğu’nun maddi güç yetersizliğinden değil, bizzat onu yeterliğe erdirmeyen ruh tıkanıklığı, karakter tereddüdü, kişilik soysuzlaşması gibi sonuç olarak, yine kültür temelindeki çatlaklık, kırıklık, kayış ve yıkılışlardan geliyor.

Yara

Bugün İslam dünyasının içine itildiği savaş, insan kırımı bir rastlantı değil. Afganistan’ın Ruslar tarafından işgali ile Lübnan’a İsrail saldırısı birbiriyle ilgilidir. Gizli anlaşmalar olduğu anlaşılıyor arada. İran-Irak savaşını da süper güçlerin hazırladığını görmek için kahin olmaya gerek yok. her şey, Vietnam savaşı olup bitirilirken olup bitti. Daha doğrusu, İslam dünyası ateşler içine düşsün diye öbürü bitirildi.

Bugün Afganistan’ın başına gelen, yarın başka iki ya da daha çok İslam ülkesi arasına sıçratabilir. Anlaşılıyor ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Üçüncü dünya savaşına meydan vermeden, bölge bölge çıkarılan savaşlar, bu kez, İslam Dünyasına kaydırılmış, derlenip toparlanıp, demetlenip İslam ülkelerine sürülmüştür.

 

Medeniyet Yıkımı

Endülüs’te bir medeniyet, İslam medeniyetinin bir versiyonu olan bir medeniyet, acımasızca yok edildi. Sarayları, Camileri, kütüphaneleri ve daha nice nice eserleriyle, belki bir daha eşini dünyanın göremeyeceği bir medeniyet, yeryüzünden silindi.

Bu gün olan kültür katliamı ve cinayet ise, Endülüs’ün başına gelenden beterdir. Çünkü, Endülüs, İslam medeniyetinin bir uzantısı idi, güçlü dallarının biriydi. Bugün tahrip edilense, artık dal değil köktür.

Afganistan’da, İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da irili ufaklı nice şehir vardır ki, ihmalin toz toprağı içine batırmış ve yıkıntının ölümcül dişleriyle her gün kemirilmekte olsa da, içinde vereceği ilhamla yeniden hakikat medeniyetinin göğermesine yol açacak tohumlar saçılıdır.

 

Varolma Sancıları

Ortadoğu, önce İslam medeniyetinin canlı havasından çıkması, sonra büsbütün ölü hale gelmesi, daha sonra her şeyi ayakta tutan devletinin ‘Osmanlı Devletinin’ çökmesi, en sonunda Batı’ya özenip kendi kişiliğini bütün katları ve özellikleriyle yitirmesi yüzünden, önce batılı, şimdi de hem batılı, hem doğulu emperyalistlerin at oynattığı bir alan haline geldi. Haçlılar devrinde vahşi batı sürülerinin yaptığı cinayetler, günümüzde de tekrarlanıp duruyor. toplum olmak, her kalabalığın, devlet olmak, her topluluğun harcı değildir. Bu yüzdendir ki, Ortadoğu’da bütün sorumluluğu yüklenmiş olan devlet ‘Osmanlı Devleti’ çökünce, yerini alana irili ufaklı devletlerin çoğu, sadece isim olarak devlettir, gerçekte ise devlet görünümlü bir takım geçici kompozisyondadırlar. Ortadoğu’da kavga da işte buradan kopuyor.

Osmanlı devletinden kalan miras, paramparça olarak onun bunun elinde kalmıştır. Şimdi, güçlü devletler ona sahip olmak için gizli açık savaş vermektedir. Ama bunlar yabancılardır. Asıl hak sahibi olan yerlilerse, Ortadoğulularsa yeniden var olma sancıları içindedirler. Ortadoğu, Batı’nın taktığı bir isimdir; biz bile ne yazık ki yerleşik ve geçerli isim haline geldiği için bu ismi kullanmaktayız.

Avrupa Nerede?

Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, görünür plandaki, daha doğrusu kitlelere sıçradığı için kolaylıkla gözlemlenebilen bunalım ve çelişkilerin ötesinde, çok daha köklü bir ruh karmaşasıyla yaralıdır. Güneşe doğru baktığı için gözü kamaşan, uçurum görünce başı dönen insanın ruh hali gibi bir hal Batının bu ana ülkesinde gerçekten bir çok tutarsızlıkların temel kaynağı. Düşünce ve sanat planındaki derin durgunluk, henüz bütünüyle, açık ve saçık olarak görülmüyorsa bunun sebebi, zengin kültür mirasının devam etmekte olması ve az çok canlılığını sürdürmesidir. Ancak günümüzdeki verimsizlik aynı tempoyla devam ederse, ilerde Avrupa kültürü onulmaz bir çölleşmeyle karşı karşıya kalabilir. Avrupa’yı güncel olarak ilgilendiren sorun, o değil, dış politika sorunudur. Medeniyet ve hayat tarzı sorunuyla ilgisiyle birlikte, Avrupa ülkelerinin dışa takındığı tavır, yanar döner bir kumaş görünümünde, çelişkiler, kopukluklar, kırıklıklar, kesiklikler, kaçak bakışlar, cesaretsiz atılışlarla dolup taşarak, bugün için onu sarsan asıl sorun oluyor.

Avrupa’nın şuuraltı, bugün içine düştüğü ya da düşürüldüğü ikinci plana itilme kompleksinden asla kurtulamıyor. Avrupa güçsüz ve hemen tükenen öfkelerin, kısık sesli hınçların, renk ve dil değiştirmiş küçük öç almaların ülkesi oluyor.

 

ÖLMEYEN MEDENİYET

Medeniyetimizin içine girdiği bunalım, Batıda olduğu kadar; İslam ülkelerindeki aydınlarda da bazı yanlış kanaatların doğmasına sebep oldu.

Medeniyetimizin öldüğünü sandılar. Oysa, ortada koskoca bir medeniyetin milleti var. Birinci Cihad Savaşında, medeniyetleri, yurtları, inanç ve idealleri uğrunda, her cephede can vermekten çekinmeyenlerin milleti. Sessiz ve alçakgönüllü olarak, savaşta destanlara yaraşır kahramanlıklar gösteren bu büyük medeniyet halkı ve milleti, ne yazık ki aydınları geçmişe dayanan çöküşleri yüzünden çoğunluğuyla bölündü, parçalandı ve emperyalistlerin esiri oldu.

Hıristiyanlığın trajedisi, doğduğu günden başlar. Baştan savaştığı, sonradan barışıp uzlaştığı Roma ve Grek medeniyetleri de dayandıkları temellerde sarsıntılar geçirerek, eski güçlerini yitirmişlerdir.

Ölmeyen medeniyet, İslam’dır. Kapitalizm ve komünizm ve onların bin bir şekli ve kılık içinde ortaya çıkan türevleri, hayat memat tehlikesi olarak karşılarında ‘Ölmeyen Medeniyeti’ görmektedirler.

İslam medeniyeti, bugünkü görünümü ne olursa olsun, özü, teorik yanı, halklardaki saf yaşantısı ve insandaki etkisiyle, medeniyet olma özelliğini taşıyan tek medeniyettir. Bu yüzdendir ki, ona ‘Ölmeyen Medeniyet’ diyorum. Çünkü, o aydınlık medeniyetidir, ezeli ve ebedi Tanrıya inanış medeniyetidir, şahıs kültürünü eşyaya tapmayı yıkmış, insan ya da eşya tanrılaşmalarını devirmiş bir medeniyettir. Çünkü, o dil, ırk, renk, farkına bakmaz. Çünkü, o insanı insan olarak ele alır, onu sınıflara bölmez.

Avrupa ve Biz

Avrupa, bizi Osmanlı Döneminde, hep ‘şark’ olarak gördü, kendisini ne kadar hep ‘garp’ olarak görmüşse...

Kendinin tam batılı olduğu doğruysa da, bizim ‘som doğu’ olduğumuz yanlıştı. Osmanlılar sanıldığının aksine kendilerini tam doğulu bir devlet olarak kabul ekmiyorlardı. Onlar, bir Dünya devleti gibi, Doğu’ya da Batı’ya da bakıyorlar, dinlerin, halkların, medeniyetlerin özelliklerini inceliyorlar, ama düzeni kendi medeniyetimiz açısından yürütüyorlardı.

Rönesans’ı görmedikleri tezi de bana kalırsa, yanlıştır. Bu, incelemesi gereken önemli bir konu olmakla birlikte kanaatime göre, Osmanlılar, Avrupalıların ne yapmak istediklerini görmüşler, ancak bunun belki boyutunu hesaplayamamışlardır.

Bugünse, Avrupa, Türkiye’ye, Türkiye’nin ona olan ihtiyacında daha muhtaçtır. Bunu Avrupa’nın idrak etmesi umulur.

Ortak Pazar Ve Türkiye

Halkımız, şu son otuz yılda, bin bir güçlüğe, dış ve iç baltalamalara rağmen, dinamizmini göstermiş ve belli bir ekonomik atılımla, kalkınmıştır. Ortak pazara girip girmeme konusunda başlangıçta olan tereddüt, bugün bambaşka bir şekilde, adeta sürpriz bir sonuçla çözümlenmiştir. Başlangıçta, milli sanayinin daha kuruluşta, Ortak Pazar’a girdiğimiz takdirde onunla rekabet edemeyeceği ve doğarken öleceği kaygısını Türkiye’de, bu konuda, yazan çizen kişiler haklı olarak taşıyorlardı. Bir kesim de Batı’ya karşı felah bulmaz bir aşağılık duygusu içinde, dünya kapitalizminin burudaki uzantısı olmaktan öte bir alternatif düşünemiyor ve bulanıyorlardı.

Öte yandan, Türkiye’nin Ortadoğu Pazarı’na girmeğe başlaması Dünya ekonomisinin bu günkü yapısı içinde olağan bir şeydir. Bu ortak pazarı ürkütmemelidir. En önce girmemizi gereken bu pazara en son giren biz olmuşuz.

 

‘Son Saldırı’

Her şey, İngiltere’nin Körfez’den çekilmesiyle, daha doğrusu kovulmasıyla başladı. İngiltere, Körfez’den zorunlu olarak ayrılırken bir yandan Amerika’ya bir yandan İran ve Suudi Arabistan’a körfez’e girmeleri yolunda hevesler aşılamayı ihmal etmedi. Böylece öcünü alıyordu anlaşılan Körfez ülkelerinden. Başarılı da oldu. Amerika, Vietnam savaşını bitirerek gözleri Ortadoğu’ya çevirdi. Aslında, Lübnan trajedisinin de kaynağı burada. Asıl hedef, şüphesiz Körfez bölgesidir. Körfez’deki petrol servetidir.

Şah’la Suudi Kralı Faysal, İngiltere’nin Körfez’deki yerini almak için hızla silahlanma yarışına girdiler. Faysal öldürüldü. Şah’ın talihi döndü ve sonu, malum. Şimdi de İran’la Irak, savaşıyorlar, ya da gerçeğiyle söylersek, savaştırılıyorlar. Batılı ülkeler olsun, Rusya olsun, el altından savaşı kızıştırmak ve sürdürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Zaten Rusya Amerika’nın Ortadoğu’da giriştiği büyük operasyona karşılık tavizini koparmasını bildi. Afganistan’ı işgal etmesine Polonya’daki baş kaldırmayı sındırmasına Amerika’nın ciddi bir müdahalede bulunmasını sağladı anlaşıldığına göre. Suç kimde, hangi tarafta diye bir araştırma yerine, yani geçmişi kucaklayıp ayrılığı arttırmak yerine; gözleri geleceğe çevirtip. Savaş’ın sonuçları üzerinde durmak barışı sağlamak için en çıkar yol olacaktır.

AVRUPA NEREYE?

Avrupa Birliği, hatta Avrupa’nın tek bir devlet olma ideali, çok eskilere dayanır. Dante, böyle bir devleti ima eder. Makyavelli de, öğütleriyle yetiştirmek ve ideal bir hükümdar yapmak istediği Prens’ini aslında tüm Avrupa’nın başı olarak görmek ister. O zamanlar için bu birliğin temeli olarak ‘din’ görülebilirdi. Fakat, Hıristiyanlık doğuşta ve doktrine böyle bir devlet idealinden yoksun olduğundan gerek papaların, gerek haçlıların bir Avrupa Devleti doğurma çalışmaları ciddi bir boyuta ulaşamadı.

Teorideki bu düşünce, pratik ve etkinlik kazanmadı ve hep bir hayal olarak kaldı. Aslında, Roma, bir Avrupa Devleti değil, bir Dünya Devleti denemesiydi. İskender’in denemesi gibi. Bu yüzdendir ki, bir Avrupa Devleti fikrini Hıristiyanlığa dayandırmak mümkün olmadığı gibi, Roma’nın diriltişine de dayandırmak, gerçekçi bir davranış olamazdı.

Pratik alanda belki Napolyon’un denemesi, bir Avrupa Birliği için ilk büyük denemedir. Ancak, burada da, Avrupa devletlerinden yükselen ortak bir karar ve iradeden doğmuyordu bu atılım. Daha çok Napolyon’un, bütün iradelere karşın, şahsi hegamonyasını kurma ihtirasından kaynaklanıyordu.

Belki, Napolyon bir Avrupa birliği ihtilacını sezmişti; ama onu fetihle değil, halkların ve aydınların uzun sürede hazırlanmasıyla sağlanacağını hiç hesaba katmamıştı. Zaten, mizacı ve hatta dehası, bu sabra yabancıydı. İngilizlerin gururu, Fransızların başkalarını görmeyiş ve küçümseyişleri olmasaydı, Avrupa için bir başka çözüm ve alternatif söz konusuydu: Müslüman olmak. Özetlenirse, Fransızlar ruhları, İngilizler karakterleri, Almanlarda mizaçları yüzünden, bugüne kadar Müslüman olmaktan mahrum kaldılar.

 

‘Bağlantısızlar’

Birleşmiş Milletlere üye ülkelerin çoğunluğunu çatısı altında toplayan Bağlantısızlar Hareketi ne yazık ki, bugüne kadar, hacmiyle oranlı bir etkenlik gösteremedi. Ne Afganistan’ın Rusya tarafından yutulmasına engel olabildi, ne Lübnan faciasına. Ne İran-Irak savaşını durdurabildi, ne de irili ufaklı bir çok uluslararası soruna bir çare getirdi. Bir blok olarak tanındığı ve Üçüncü Dünya ülkeleri ismiyle de sık sık anıldığı zamanlar bile, dikkat edilirse, geride kaldı. Bugün, bağlantısızlar denilmekle yetiniliyor. Bize kalırsa, bu ülkelerin sıkı bir doku bağlantısı içine olmamasında, şu noktalar tesbit edilebilir:

1- Süper güçler çok dikkatli bir politika izleyerek, bu ülkelerin birbirine daha ciddi bir şekilde yaklaşmalarını önlüyorlar.

2- Bu kadar çok sayıda ülkenin sıkı bir işbirliği gerçekleştirebilmesi için, bölge birlikleri oluşturmak lazım.

3- Kendileri arasında adeta süper-küçük farkı gözetiliyor.

4- Kıtalara yayılmış, her renk ve cinsten, her din ve felsefeden insan kitlelerine sahip bu hareketin, belirli, aydınlık, canlı ve tutarlı bir görüşü, bir felsefesi yok.

 

Kurtuluş

Çok eski zamanlarda bugüne kadar tartışılmıştır; Aristo’da tartışmıştır, Farabi’de; günümüz sosyologları, tarihçileri, idare ilim bilginleri de konu üzerinde fikir yürütmüşlerdir. Filozoflar, düşünürler mi yönetici olmalı, yöneticiler mi filozof ya da düşünür olmalı?

Bize kalırsa filozof filozoftur, düşünür düşünürdür, yönetici de yöneticidir. Yönetim üzerine filozof ya da düşünürün ne kadar parlak ve çekici, doğru isabetli düşünceleri, görüşleri olursa olsun bu, onun iyi bir yönetici olduğunu göstermez. Çünkü, yönetim, düşünce gibi, başlı başına bir ayrı alan, ayrı dünyadır. Bu uzmanlık ayrı bir yetenek ve çok tecrübe ister.

Tanzimattan bu yana, hatta daha öncesinden içine girdiğimiz kültür değişimi, ne yazık ki, düşünce ve yönetim adamlarının birbirini desteklemesi, birbirlerinden yararlanma şeklinde olmadığından çok sert ve çoğu kez yıkıcı bir gidiş ve akış içinde cereyan etti. Çoğu kez, yeni yapılan Her şey bir sürpriz şeklinde ve tartışılmaz bir üslupla sunuldu.

Oysa, olup bitenler üzerine sakince düşünmek, tarih, medeniyet tarihi, düşünce tarihi, kültür tarihi gibi bilgi dallarından yararlanmak, sosyoljik araştırmalar yapmak, incelemelerde bulunmak, her zaman için çok gerekli çalışmalar olacaktı. Yıkıcı ve doktriner bir karşı koyuştan ziyade, yapıcı düşünceler, yol gösterici olacaktı.

 

Asıl Sorun

Bize kalırsa, her şeyden önce, bu sarsılış, yeniden kendini korumak isteyen toplumun fiziki güç, enerji ve hareketine, manevi değerler karşılığını (spiritüel valörünü) bulamamaktan kaynaklanıyor. Yani enerji, kendi öz doktrinini bulamadığından yabancı ve toplumun ruhuna ve karakterine aykırı ideoloji ve doktrinlerin avı oluyor. Batıcılık diyoruz. Şöyle bir bakalım, şu 1983’de haftası kutlanan Goethe’nin eserlerini arayan herkes kitapçılarda bulabiliyor mu? Kant gibi filozofun bir tek eseri, o da bir seminer çevirisi olarak dilimize getirilmiş bildiğimiz kadarıyla; meşhur eseri, Teorik Aklın Eleştirisi (Saf Aklın tenkidi) henüz çevrilmemiş bile. Ya Marksizmin bile kurnazca yararlanıp anlamına tersine çevirdiği diyaletik ve sistemin sahibi Alman filozofunun, Hegel’in temel eserinin bile dilimize çevrilmediğini hatırlarsak? Evet Hegel’den dilimize çevrilen, ‘Estetik’ adlı bir formalık makale!. Ya çağımızın filozofu Heidegger’den? Hiç! Gabriel Marcel’den, hatta shopenhauer’den hemen hemen hiç!

Kendi medeniyetimizin klasikleri ise, daha acıklı bir ilgisizliğe terk edilmiş durumda. Ne klasik İslam düşüncesinin anıtları, ne büyük bilginler ve mutasavvıfların eserleri, ne büyük şairlerden kalanlar, Hafızlar, Senaller ve daha niceleri giderek unutulmaya terk edilmiş.

 

Köprü Yıkılmışsa

Bir toplumun hayatında felaket kaynaklarından biri de, nesiller arasındaki bağların kopmuş olmasıdır. Toplumun ve milletin hayatı, sürekli kesiksiz bir akıştır. Bu akışta bir kırılma, kopma, kesilme olduğu takdirde o toplum ya da millet, kendini boşlukta hisseder, hafızasını yer yer yitirmiş bir insan gibi kıvranır durur. Millet demek, tarihin yaşaması demektir, tarihi yaşatması ve yaşattığı tarih demektir. Kültürüyle kendi öz medeniyetiyle ilgisi kesilmiş nesiller, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, karanlıkta, ışıksız ve gözsüz yürüyen yaratıklar gibi, yabancıların avı olmaya mahkumdurlar.

 

Yöntem

Ermeni örgütlerince üstlenilen ardı arkası kesilmez saldırılara karşı, Devlet, şüphesiz gereken, daha doğrusu mümkün önlemleri almıştır ve almağa devam edecektir. Ermeni davası ise, sadece ve sadece asıl amacı gizleyen bir maskeden başka bir şey değildir.

Amaç nedir?

Bize kalırsa, amaç, her türlü dış olumsuz şartlara ve baltalanmalara rağmen, büyüyen ve ilerleyen Türkiye’yi zayıflatmak, onun dıştaki temsilcilerini çalışmaz ya da ekonomik amaçlı kuruluşlarını işlemez hale getirmek suretiyle geleceğini gölgelemektedir.

Her neyse, bütün bunlara dediğimiz gibi, Devlet bir takım tedbirler alacak ya gerekli uyarılarda bulunacaktır. Bunlar kısa vadede ve hemen baş vurulacak çarelerdir. İşin siyasi ve ekonomik çaresiyle ilgilidir. Bir de uzun vadeli tedbirler vardır ki, bu da, dışarıda aleyhimize yapılan propaganda ve gösterileri tesirsiz kılmayı amaçlayacak olan kültürel girişimlerdir.

Yasalar Ve Ortam

Demokrasi, çağın rejimi. Daha iyisi bulununcaya, ya da radikal düzeltmelere değişinceye değin geçerli olacak insanlığın büyük bölümü için. Ancak, her ülke, kendi toplum yapısına göre ona biçim vermiş ve sürekli olarak ta vermekte.

Siyasi hayatı düzenleyen yasalar da kuşkusuz aynı bilinçle oluşturulmalıdır. Ancak yasalarla da her şey bitmiyor. Onu uygulayacakların hareket tarzıda önemlidir. yasalarda uygulamayı hep hesaba katan bir zihniyet hakim olması gerektiğine dikkat çekmek istiyoruz. Öte yandan yurttaşlara sürekli olarak, bu yasaların hazırlanışında ve yasalar çıktıktan sonra da içeriği hakkında bilgi verilmelidir. Demokrasi kurum ve kavramları hakkında halka sürekli olarak bilim açısından açıklamalarda bulunmakta zaruret ve yarar vardır.

Çok Partililik

1960-1980 arasında bir dönem yaşadık. Bu şimdi arkalarda kalıyor. Ancak, bu geçmiş dönemi çok iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Çok iyi incelemeliyiz. Çok acı günler yaşadık. Binlerce yurttaş hayatını yitirdi, nice aile yıkıldı, bu dönemde. Atalarımız demiştir: ‘bir musibet bin nasihatten yeğdir.’ Yaşanan bir kötülük, teorik bin öğütten daha çok öğretici, daha etkindir. 1946’da girdiğimiz çok partili hayat, 1950’de kesinlik kazanarak yeni bir hayat tarzı başlattı. Ancak, bu dönem, fiilen iki partili dönem oldu. Seçim sistemi ve halkımızın sosyo-kültürel yapısı bunu böyle gerekli kıldı. 1960’tan sonra ise fiilen de çok partili olduk. Çünkü iki partili siyasi hayat çok büyük bir gerginliğe, sonunda da bir patlamaya yol açmıştı.

Şimdi geriye doğru baktığımızda, 27 mayıs ihtilaline götürenin, iki partili sistem olduğunu sunmamız gibi, 1960-1980 arasındaki anarşi dönemini çok partili oluşumuza bağlamamız doğru olmaz düşüncesindeyiz. Ancak, toplumun içindeki gizli gerginlik potansiyeli, 1950-1960 arasındaki iki partili sistemin ortaya çıkmasında yardımcı ve kolaylaştırıcı rol oynamıştır diyebiliriz. Aynı şeyi, 1960 sonrası dönem içinde, çok partili sistemin anarşi ve teröre yataklık yaptığını belirterek söyleyebiliriz.

Şu ayrımı fark etmeliyiz: iki büyük partili hayat, 1950-60 arası gerginliğin sebebi değil, ortamıdır. Çok partili düzende düşünmeliyiz. Yeni yeni partiler kurulmalı, bunlar fikir ve içtimai görüşler esaslarına bağlı olmalı ve iktidarı hedef almalıdır.

Beklenen Parti

Bu ülke, her zaman bir parti bekledi. ama o parti hiç bir zaman gelmedi. Gelen partilerin o beklediği partiye benzesin diye bekledi. Kurnaz partiler, kendilerini hep o beklenen partiymiş gibi hissettirmeye çalıştılar. Kimi partiler halk, kendi usulünce beklediği partiye dönüşsün diye baskı altında tuttu. Kimi partilerde halk özleminin kaynağını isim alarak sömürdüler. Halk da sırf bu isim ve iddia için onları tuttu. Beklenen uzun süre gelmezse, bekleyiş yön değiştirir. bekleyen durmamakta ve değişmektedir. Bu sebeple beklediği değişmekte, Bekleyiş çok uzayınca bekleyen bir şey beklediğini hatta bir şey bekleyip beklemediğini unutacaktır. Çok partili düzene girdiğimiz 45 yıllarında bambaşka bir bekleyişi vardı halkın. Ne yazık ki, bugün kitle o gün neyi beklediğini unutmuş gibi. çünkü, o nesiller gitti. Sonraki nesillerinse başına gelmedik kalmadı.

Parti Düzeni

Siyaset bilimi literatüründe, demokrasi düzenini benimsemiş ülkeler siyasi bakımından ikiye ayrılır; çok partili ülkeler, ikili partili ülkeler. Birincisine Kara Avrupası sistemi, diğeri de Anglosakson sistemi deniyor. Bu ikincisinde demokrasinin ilkeleri gereği çok parti yine vardır. Fakat yaşayıp gelişen iki parti oluyor. Nitekim İngiltere’de önceleri liberal-muhafazakar, sonraları da işçi-muhafazakar partiler arasında oldu hep siyasi rekabet. Amerika’da da cumhuriyetçi-demokrat ikilisi gibi.

Meşrutiyetten bu yana denediğimiz particilik hayatına genel eğilim, iki partili sistem, yani Anglosakson sistemidir. 1960’dan sonra Kara Avrupası sistemini denedik. Şimdi yeniden Anglosakson tipi demokrasiye dönüş eğilimi vardır. Bizim gördüğümüz kısaca şu: İki partili sistemde hükümet bunalımı olmuyor ama başka krizler oluyor. Kara Avrupası sistemi ise 1960’dan sonra denendi. Hem hükümet buhranları oldu hem parlamento çalışmadı. Hem de memleket felakete sürüklendi.

Kadrolar Ve Liderler

Demokraside partiler nisbeten hür irade ile kurulup ve özgürlükle yürütüldüğünden, kadrolara ve liderlere büyük görevler ve sorumluluklar düşmektedir. Bu sebeple partiler kendi disiplinlerini kendileri korumak zorundadırlar. Biz buna iç disiplin diyoruz.

taşkınlığa doğru gidecek ve yasal sınırları aşacak kitle heyecan ve hareketlerini devlet kuvvetlerinden önce liderler önlemelidir. Liderler, gereğinde kitleleri dizginlemesini bilmelidirler. Liderler ve kadrolar, duygusal, nostaljik davranmalı, alerjik uyandırılacak söz ve davranışlardan kaçınmalıdırlar.

 

Siyasi Partiler Ve Yurttaş

Bizde partiye bağlılık, adeta mistik bir dereceye yükselmekte. Bizce, bu dönemde devlet bütün kurumlarıyla bir partinin ne demek olduğunu, buna bağlılığın anlam ve derecesinin ne olması gerektiğini yurttaşlara açık ve seçik bir şekilde anlatmalı. Bu partiye mensup olmak, belli ve somut bir siyasi tercihten öte bir anlam taşımadığı halde, bizde bu bağlılık adeta dinsel bir bağlılık çapına yükselmektedir.

Partiye adeta soyut ve fizikötesi bir bağla bağlanışın sebepleri bizce şunlar olabilir:

1- Bu partilerin kendi bünyemizde doğmayıp dışarıdan gelmeleri, bu yüzden esrarlı bir güç izlenimini vermeleri.

2- Kültür ve değişim sonucunda, tanzimattan bu yana, ailede, okulda, ve sokakta, giderek kendi inanç ve kültür kaynaklarına dayalı bir eğitimden mahrum olacak, hatta çoğu kez ona zıt düşünceler ve felsefelerle, daha doğrusu başı boşlukla yetişen nesiller, ruhlarında açılan metafizik boşluğu, inançsızlık eksiğini böyle bir bağlanışla kapatma eğiliminde olmuşlardır sanıyoruz.

3- Genel olarak kültürsüzlük, karşılaştırmacı ve kritik edici değerlendirici bir zihin işlekliğinden mahrumluk.

 

Esaret Rüzgarları

Ortaçağda şatosu olan derebeyi, ufakta olsa bir nevi bir devlet sahibi demekti. Şatoları yıkan topları icadı, bütün direnmelerine rağmen, derebeyliklerinin sonu oldu. ‘Milli devlet’ler doğdu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, silah teknolojisindeki korkunç ilerleme, bu klasik devlet tipini, yani ‘Milli devlet’i bir hayli sarstı, eskitti, zayıflattı. Bugünkü devletler çoğunlukla, Orta cağ derebeyliklerinin durumuna düşmüşlerdir. Ergeç, ya bir bütün oluşturarak kurtulacaklar, ya bir bütün içinde eriyecekler, ya da silinip gideceklerdir...

Bugünkü teknolojiyi göz önünde tutarsak, yakın geleceğin devleti, güvenlik açısından, en az 10 milyon km2 toprağa sahip, 250 milyon nüfuslu ileri teknolojiye kavuşmuş bir sanayii ve bunlara denk bir kültür durumu olmalıdır.

Artık devlet denilen güç kendine toprak alarak bütün dünyayı seçecektir. Daha aşağısını küçük görecek ve başka devlet oldukça kendini emniyette görmeyecektir. İslam ülkeleri, en kısa zamanda yeni bir devlet, medeniyet, kültür, ülke anlayışı modelini geliştirmek zorundadırlar. Bu ufak devletçiklere, bu vaktiyle Avrupalıların, suni olarak, adeta cetvelle çizdikleri uydurma sınırlı devletçiklerle bir yere varamazlar.

Ne Amerika’da, ne Rusya’da, ne Çin ve ne de Hint’te bir ırk birliği vardır. Hepsinin iddiası ise, insanların özgürlüğü, eşitliği, mutluluğu gibi tüm insanlığa yönelik gözükmektedir. Müslümanlar, Rusya’da, Çin’de, Hint’te ve ülkeleri işgal edilen her yerde, her haktan mahrum, hor ve hakir durumdadırlar. Esaret rüzgarları, kızgın felaket çöllerinden yakıcı bir şekilde esiyor. Uyanmayanlar için ne acıklı son!...