MEZHEPSİZLER

 

Bu kitabın hedefi; Cemalettin Efgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza'yı ve batıl görüşlerini tanıtmaktır. Kitap, Ezher'de yapılan bir doktora tezinin son yarısıdır. Başı R. Rıza'nın tefsir metodunu işliyor. Burası elimizdeki kitapta yer almıyor. Elimizdeki kitapta ise o üç kişiyi, aslı, soyu, fikir ve inancıyla tanıtıyor.

Asr-ı saadette dinin ve dünyanın her problemi Rasulullah'ın önünde hal ve fasledilirdi. Her soru kesin cevabını bulurdu. Ondan sonra da O'nun nurundan muktebes vicdanlarıyla sahabe meseleleri hallediyor, O'ndan duyup gördüğünü aktarıp hükmü koyuyordu.

Üçüncü safhada ise Tabiin sahabenin tavrını korumaya çalıştı. Ama ne var ki meseleler çoğalmış, dış ve içten yeni düşünceler ortaya çıkmış, cevap bekliyordu. Buna karşılık da, kitap (Kur'an)ortada ve sabit ise de; gerek onu anlamak ve izahta, gerekse Rasulullah'ın hadislerini nakilde değişik metod ve anlayışlar zuhur etmişti.

Tabiin döneminde kısmen, tebe-i tabiin döneminde ise tamamen yeni ilim anlayışı takarrur etti. Önceki dönem " selef dönemi" diye anıldı. Yeni dönem ise "halef" diye anıldı. İşte bu dönemde ameli ve itikadi mezhepler ortaya çıktı. Oluşup takarrur etti. Biçimlendi ve kitlelerce benimsenenler, ulemaca doğrulananlar devam etti revac buldu. Öbürleri ise silindi veya kenara atıldı.

Şimdi de elimizdeki kitapta yer alan önemli kavramları özetleyelim.

İÇTİHAD:

Allah ve Rasulünün hüküm koyma yetkisini kullanmak ve üstlenmek diyebileceğimiz ağır bir yük, çetin bir vazife ve sorumluluk. Dindeki ehliyeti tam olan alimin dini konuda, delil bulunmayan hususta hüküm koymasıdır. Ehliyeti şöyle sıralayabiliriz:

1-) Dinde, kitap-sünneti ve ondan kaynaklanan her hususunu, usul ve furuunu tam bilmek.

2-) Bunu ehil bir üstaddan, disiplinli şekilde almış bulunmak,

3-) Üstün zeka, geniş görüşçe yorum gücü,

4-) Dünyevi ilimleri daha çok iyi tanımak,

5-) Tam iman, sağlam amel, üstün ahlak sahibi olmak,

6-) İhlaslı kişi olup, gösteriş, şöhret arzusu, makam hırsı, inalcılık ve yabancıları taklitle din kurtarıcılığı hastalıklarından uzak ve beri olmak. İçtihat kapısı, bu tür kimselerin yetişmemesinden ötürü kapalıdır. Üstelik tarih boyu her mesele esasa bağlanmıştır. Yeni durumlara ehil kişiler fetva verebilir.

TECDİD:

Dinin yenilenmesi. Bizce bu, dine yeni bir hız, halka yeni bir aksiyon kazandırmak, unutulanları hatırlatıp, sünneti dirilmektir. Günümüz bilgiçleri ise, dini islah edip, yürümez hükümleri değiştirmek diye anlar. Mesela: Z. Gökalp, Türkçe Kur'an istiyor. Bazıları namazı üç vakite indirmek istiyor. Bazıları ise namazın sünnetlerini kaldırmak istiyor. Hatta bazıları bunu bile politize etmişlerdi. Halbuki hadiste müjdelenen her asır başında gelecek müceddid, dini kendi öz ayakları üzerinde, öz gücüyle yayıp yürürlüğe koyacaktı.

TELFİK:

Mezheplerin farklı görüşlerini birleştirmek manasınadır. Günümüzde dört mezhepten karma bir mezhep çıkarma isteğidir. Çağa uygun, kolay ve ihtilafsız içtihatları toplayıp mezheplere işiniz bitti, yeni bir terkip yaptık demektir.

BİD'AT:

Sonradan çıkan şeydir ve merduttur. Fakat, her sonradan çıkan şey bid'at olmaz. Kur'an-ı Kerim'in kitap halinde derlenmesi, harekelenmesi, tefsir edilmesi, hadislerin derlenip şerh edilmesi nasıl bid'at değilse; cumada iç ezana ek dış ezan okunması kubbeli cami yapılması da bid'at olamaz.

MEZHEP:

Dinde izlenen yol, uyulan içtihad. Peygamberin tavsiye edip uygun bulduğu, ulemaya vazife gösterdiği hayırlı çığır. Hak mezhepler amelde dört; Usulü ve furuu ile kişinin tutununca Hakk’a varacağı ulema yolu. Cahiller ona uyacak, alimler onu öğretecek. Müçtehitler ise, kendi içtihatlarına göre davranacak.

TAKLİD:

Mezhebe uymaya denir. Yani içtihada yapamayan bir mezhebin görüşüne, yani kitap ve sünnetten çıkardığı ahkama uyar. Böylece insan ile Peygambere ulaşır. Aksi halde sapsız balta gibi kalır. Aklını ve zevkini din edinir.

CEMALEDDİN EFGANİ:

Cemaleddin hakkında yazı yazanlar arasında onun Afganlı olduğu yayılıştır. Hem de Afganistan başkenti Kabile bağlı Kenz kasabasında doğduğu sanılır. Buna bakılacak olursa, demek olur ki Cemalettin nesebe yönünden Afgan, mezhebe yönünden ise sünnidir. Fakat onun İranlı olduğunun en kesin belgesi hakkında yazılan Farsça eserdir. Yeğeni ve aynı zamanda öğrencisi olan müellif tarafından yazılan "Afgan diye anılan, Seyyid Cemaleddin Esedabadi." adlı kitaptır. Cemaleddin'in Afgan diye meşhur olmasının asıl sebebi bizzat kendisinin Mısır'da böylece tensibiyledir. Çünkü biliyorduk ki İslam düşünürü ve şark filozofu diye tanınma şansı, bir İranlı için mümkün değildi. Bu derece geniş şöhrete ulaşması Sadrazam Ali Paşa tarafından İstanbul'da ağırlanması, Vezirlerin konağında saygıyla karşılanması ve hele maarif meclisine aza tayini aklından geçirmezdi. Yine Mısır hükümetinin meşhur bin kuruşluk şeref maaşı tahsisi, orada talebelerin dersine koşuşması vb. imkansız o olacaktı.

Cemaleddin, dinler tarihi konusunda o derece ilerledi ki, bir taşkınlık hali ile ilhada vardı. Nitekim o alemin kıdemini iddia edecek kadar ileri gitmiştir. Ona göre "fezada dağılmış bir takım canlı cisimler, tabiatçıların dediği gibi yıldızların tutuşması ve havanın cezbesi sonucu gördüğümüz alem ve canlılar oluşmuştur. İlk ve hakim bir muharrikin varlığı kanaatı ise insanın tapınma ve bir ilaha saygı duygusunun tekamülü sonucu ortaya çıkmıştır. Yani insan henüz kişilik ve şuur yönünden tam gelişmedi eşyayı, gerçeği ile kavrayamadığı dönemlerde, taşlara ağaçlara tapınıyordu. Medeniyetin çeşitli dönemleri aşılıp terakki edildikçe, aklı geliştikçe mesela: gözüyle algıladığı en üstün ateş, yıldız, bulut vesaireye tapmaya başladı."Bu görüş tamamen, batılı filozofların inkarcı görüşü paralelinde mülhitçe yapılan bir yorumdur.

CEMALEDDİN'İN MISIR'DAKİ MEDRESESİ

Cemalettin ikamet yeri olarak Yahudi mahallesini seçmişti. Onu ziyaret için duyan geliyordu. Böylece gelip gidenlerin medresesi haline gelmişti bu mesken. Medrese eviydi. Talebelerine ilm-i kelam, felsefe üzerine kitaplar mütalaa ediyordu. Gittiği günden itibaren bu böyle oldu Cemaleddin Ezbere ayak basmadı ve orada herhangi bir derste, bir toplantıda bulunmadı.

En devamlı ve ihlaslı talebesi de, M. Abduh'tu daha sonra Said Zevlül, İbrahim El-lukani, İbrahim El-helbab ve Ahmet Es-seyyid idi. Cemaleddin İrani'nin ünü, "dinde ve ilimde yenilik ve keşif yapan kişi" olarak yayılmıştı. Gerçi halk "Tecdid" in manasını iyi bilirdi. Ve selefi salihinden bize miras kalan İslam kültürünü bu tiplerin nereye çekip çevireceğini de iyi tanıyordu halk.

Cemaleddin İreni, halk efkarına şu tohumları ekmekte idi: Geçmiş fukaradan bize intikal eden görüş ve içtihatlar bizi bağlamaz. Bizim onlara uymamızda gerekmez aksine her insan, Kuran ayetlerinden ne anlayabiliyorsa onunla yetinmelidir. Sünnet bizzat hidayete sebep değildir. Bununda manası şu olur: Fıkıh ilimleri, Tefsir, Hadis vb. abesle iştigaldir. Onlardan uzak kalınmalıdır. Nitekim müceddid kimseler, Cemaleddin'in görüşlerine sarıldılar. Fakat ne yazık ki, onların görüşleri Kuran çerçevesinde bir türlü toparlanamıyor, ona uymuyor, cemiyeti ve dini de ıslah edemiyordu. Tam aksine, onun nalsıyla sabit olan mucizeler, melekler, şeytanlar, cinler ve bunlara dair Kuran kıssalarını inkarla tenakus halindedirler.

Ve zamanla bu tecdit yöntemi, eski ulemamızı en bayağı sıfatlarla anmaya kadar vardı. Nitekim Zeki Mübarek, Risalenin 572. sayısında şöyle yazdı. "İslam sancağını cühelanın (din alimlerini kastediyor.) elinden çekip aldık. Artık din esaslarının şerh ve izahında baş vurulacak merci bizim kalemlerimizdir."

Abdullah el-Kasımi de: "İşte esaret zincirleri" adlı kitabında, fukahayı ve muhaddisleri "Katil deccallar" diye tavsif etti. Cemaleddin'den sonra ise esas ulemaya açılan isyan bayrağını M. Abduh yüklenmiş ve bütün alimleri hedef alarak hücum etmişlerdi. Eh, benim anlayışım da din ulemasına harb açmak, dine harb açmaktır. Çünkü dinin savunucuları ulemadır.

CEMALEDDİN VE MASONLUK

Cemaleddin Mısır'a yerleşir yerleşmez, halkı masonluğa intisaba çağırmaya başladı. Bu haliyle onun, Mısır topraklarına ayak basmadan masonluğa intisab ettiği belliydi. Nitekim bu yolda kısa zamanda ilerledi. Fransız masonluğunun şark locası mensubu olarak riyaset makamına yükselip yeni şubeler bile açtı. Kurduğu bu yerli mason mahfillerine, alimleri, müridlerine ve kendisine teveccüh gösteren herkesi çağırdı sayıları bir anda üçyüzü buldu.

Masonluk ise, çok eski ve gizli bir cemiyet olarak, çok az kimsenin tanıdığı bir şeydi. Bu cemiyet üzerindeki istifham, gayesi, metodu, özellikleri çevresindeki endişeler asırlardan beri sürüp gelirken; bu kadar uzun süre aksamayışının sebep ve amili de gizli cereyan edişi ve üyelerini milletlerin ileri gelen kabiliyetli kişilerinden seçişiyle izah edilebilmekteydi.

Ne yazık ki, masonluk konusu, yüzündeki sır perdesi halka tam olarak açılmayan, açılamayan bir iç yüzü tanıtılmayan bir husustur. 1922 Fransız maşriki zabıtlarında şunları görüyoruz: "Bir masonun baş vazifesi, teşkilatın anası olan sır saklamadır. Çünkü sır tutmak, dikkat ve nefse hakimiyetin bir delilidir. O halde masonluğa en büyük yardım ve hizmet, sır tutmadaki hırs ve inatla olur. Bu durumda bize düşen, öncülerimize uyarak loca sırrını ciddiyetle korumaktır."

İşte masonluk prensipleri, esasları, kaynağı, hedefleri, kuruluş gayeleri din açısından gösterdiği müthiş tehlike açıklandı.

Artık Cemaleddin İrani ve M. Abduh’un tarihçeyi hayatını ve bu kadroya girişlerini tanıttıktan sonra, acaba bir gaflet eseri, bu teşkilatın aslını faslını bilmeden mi girdiler, yoksa onu tanımak, yada o yolla dine hizmet etmek için girmişlerdir denebilirmi? Allah bilir tabi ama kulda kestirir...

Rıza'ya gelince, Üstaz İmamın (Abduh)tarihçeyi hayatına dair eserinde özel bir bahis açarak, üstadının masonluğa girişini bütün tafsilatıyla anlatmaktadır...

ŞEYH MUHAMMED ABDUH

Merhum, 1266'da doğdu, 1323'te öldü (1849 - 1905). Babası temiz bir Türkmendi. Anası ise beni adiy kabilesinden bir Arap hatun. Babası Mısırın Şebrahit bölgesinin nasrı nahiyesindendir. Abduh Tantayadaki Ali Osman Evi diye bilinen eğitim kurumuna intisab etti.

Şeyh Abduh’un hayatı ise, dostu İngiliz şair ve seyyahı Alfred'in isteği üzerine kendi eli ile yazıp verdiği notta mevcuttur. Ve hayatının son günlerine rastladığı içinde bir çok gerçek malumatı taşımaktadır.

Abduh bir köy evinde gelişti. Babası onu Kur'an öğretimi mütevellisine teslim etti. Yaşı ona varmıştı ki babası onu bu dersin tamamlanması maksadıyla, Tanta'daki Ahmediye camiine götürdü. Orada tecvid bilgisini iki yılda tamamladı. Ahmediye meclisinde normal ve muntazam eğitime başladı. 1866'larda Ezher'e girdi. Burada da ilkin sendeledi, intibaksızlık gösterdi ise de, tıpkı Ahmediye meclisinde Şeyh dervişin müzakeresiyle ilme teveccüh edişi gibi, bu seferde Şeyh Hasan et-Tavil ona yol göstermiş, elinden tutmuştu. Bu yakınlık ona ezherin taklidi ilimlerine ek olarak felsefe ve mantık tetris ettirdi. Bu meyanda İbni Sina’nın eserlerini Aristo mantığını okudu. Kader ona Ş.Hüseyin et-Tavil'e talebe kıldığı gibi onun vesilesi ile Ş. Muhammed el-Bisyoni gibi, edip, şair ve musikişinas bir zatada talebe kıldı. Değil sadece..... şerih bir telhiste, öbür yönüylede, üstad ve ilk sahibi bir zattı.

Abduh'un akıl, tefsir anlayışı ile Kur'an’daki cin, melek ve şeytan terimlerinden anladığı mananın özeti şöyledir:

Abduh nazarında akıl kutsaldır, vahiyle at başı yürür. Aklın da vahyin de hedefi insanlara hayat yolunu çizmektir... Gerektiğinde akıl vahyin yerini alır. Bu tavrıyla Abduh, katıksız bir mu'tezilidir.

Tefsir anlayışına ve Kur’an’ı tefsirdeki metoduna gelince tıpkı mu'tezile gibi, rey ve akla dayalı tefsiri, nakil ve esere dayalı tefsire tercih ettiği açıktır. Bu yüzden ulemanın tefsirdeki tavır ve tutumuna ters düşen menar tefsiri de, rey ile tefsir olup merduttur... Zira R.Rıza bu tefsirine ne dercetti ise ilhamını üstadı Abduh'tan almıştır.

Abduh indi yorum ve tefsir yapmakta ve melekleri tabiat kuvveti, şeytanın yer yüzüne yayılmış şer kuvvetler, cinleri ise zararlı mikroplardır diye ifade eder.

M.REŞİT RIZANIN HAYATI:

M.Reşit, babası Ali Rıza, onun babası Şemmsettin, onun babası Muhammed Bahaüddün, onun babası da el-Bağdadi’nin halifesi Molla Ali. Lübnan'ın Trablusşam tarafındaki Kalmun köyünde doğdu. Orada büyüdü, Takva ve din ilmiyle tanınan bir aileye mensuptur. Reşit Rıza'nın ailesinin manevi önderlik durumu da varki, meşayih arasında "Rıza'nın ehli beyti" diye meşhur olmuştur.

Reşit Rıza eğitimine köyde başladı ve orada kısmen Kur’an’ı kerim ezberledi ve kısmen de hesap vs. öğrendi. Sonra Trablusta ilk mektebe girdi. Ama tamamen Türkçe eğitim yapan bir medreseden hemen bir yıl sonra ayrıldı.

Oradan Milli ve islami olan, tamamen Arapça eğitim yapan, Fransızca ve Türkçe lisanlarıda bulunan medreseye geçti. Burada şer'i ve Arabi ilimlerde ilerledi. Mantık, felsefe ve matematikte okudu. Siyasi sebepler yüzünden Türk idaresi bu medreseyi hemen kapatmıştı.

ESERLERİ:

Reşit Rıza'nın en belirgin ve önemli uğruna koştuğu ve herkesi teşvik ettiği ıslahatının yayın organı olan Menar Dergisi idi

Menar Dergisi:

1898 Yılı Şaban ayının altısında Reşit Rıza üstazı Muhammed Abduh'la buluştu. Bu buluşmada yapacakları ıslahatların gerçekleşmesinde "Urvetül-vüska"dergisinin yerini tutacak İslami renkte bir dergi üzerin de tartışıldı. Bu tartışma uzun sürdü. Fikirlerini yayacak bir organa ihtiyaç olduğu savunuldu. Nihayet Reşit Rıza üstazı M. Abduh'u, özellikle islahat görüş ve kanaatlerini okumuş zümreye yaymaya bir yayın organının zaruretine inandırıp ikna etti. Bu konudaki ittifaktan sonra R. Rıza bir adım daha ileri giderek üstazıyla bir sözleşmeye girdi.

Reşit Rıza da bu isimden hoşlanmış ve derginin ilk sayısı sekiz sayfa olarak 1310 Hicri Şevvalinin ikinci günü (yani, 17 Mart 1898) çıkmıştı. Derginin ön sözünde, bu haftaki mevkutenin neler üzerinde duracağı sayılıp dökülüyordu.

1-) İslam dininin, bir din nizam olarak şartlar ve icablara muhalefet etmeyip, her devir ve her bölgeye uygulamaya el verir elastikiyete sahip olduğuna delil ve ispatlar sunmak.

2-) İçtimai, dini ve iktisadi islahat undelerini tamim etmek.

Bu derginin son sayısı (olan 3. cildin 2. cüzü )29 Rabiülahir 1354 (1935)'te çıkmıştı. R. Rıza'nın ölümü ile dergi kapanmış oldu.

Menar Tefsiri:

Reşit Rıza'nın, ulema arasında sürekli anılmasına vesile olacak eseri budur. Yani Kur’an’ı Kerim tefsiridir. Başlı başına bir eserdir ve bizim tezimizin esas konusuda budur.

Öteki Eserleri:

İlk telifi, onun saffet devrine aittir:

1-) Kadiri ve Rufai düşüncesinin hikmet-i teşriyesi,

2-) İbn-i Düreyd'in maksuresine dair,

3-) İmam Gazali’ye dair risale,

4-) Nida'ül-Cins-il-Latif, (İslamda Kadın Hakları - Bu eser bazı dillere çevrilmiştir.)

5-) Tarih'ülÜstazil-İmam: (Bu eser de üç bölümdür ve Cemaleddin İrani ile Muhammed Abduh'un hayat eserleri ile bir yönüyle Mısır tarihi ve Mısır'da hayatı ele almaktadır. Dördüncü bölümü tamamlamadan vefat etmiştir.)

6-) El-Vahy'ül-Muhammedi: (Bu da menar tefsirindeki dağınık olarak işlenenlerin toplanmasından ibarettir. Daha sonra ilaveler yapılmış ve bütünlemiştir. Bazı dillerede tercüme edilmiş ve bir kaç baskı yapılmıştır.)

7-) El-Menar v'el-Ezher: (Bu da Menar dergisinde çıkan yazılar, Nur'ül İslam dergisinin tenkitlerine cevablar ve kendi hayat hikayelerinden oluşmaktadır.)

8-) Tercümetü'l-Kur'an ve ma fiha Min'el-Mefasid,

9-) Zikr'ül-Mevlid'in-Nebi,

10-) El-Vahdet'ül-İslamiye,

11-) Yüsr'ül-İslami ve Usül'ül-Teşri'il-Ammi,

12-) El-iHlafet'ül-uzma,

13-) El-Vehabiye v'el-Hicaz,

14-) Es-Sünnete v'eş-Şia,

15-) Menasik'ül-Haccı ve Ahkamü'hü. (Bu kitapta bir müçtehid gibi görülmektedir. Çünkü;H accı anlatırken hiçbir mezhebi ihtiyar etmiyor, fakat bütün söyledikleri yinede dört mezhebin içtihadlarıdır. Sonuç olarak mezhebleri telfik etmiştir adeta. Fakat kendi içtihadı gibi göstermiştir.

16-) El-Müslümun v'el-Kıpti,

17-) Fatiha ve altı surenin tefsiri,

18-) Hakikat'ür-Riba, (Bunu, Abduh, önsözü ile bütünleştirmiş ve el-Baytar'da övmüştür.)

19-) Müsavat'ül-Mer'eti b'ir-Recül. (Mahmud Azmide tartışmadır.)

20-) Risalet'üt-Tevhid, sualli, cevaplı.

Reşit Rıza'nın Görüşleri:

Reşit Rıza'nın bariz vasfı veya tavrı ıslahatçılık ve İslamcı tanıtmanın metodunu aramaktır. Bu hususta da, nefes hakimiyeti işi zamanına terk etme gibi yetenekleri yardımcıdır. Mısır'a varınca da M. Abduh'la tanışmış, yapmayı tasarladığı, dini, siyasi ve içtimai ıslahatın programını neşe için Medar dergisine çıkarma fikrini ona açarken peşin olarak ona açıklamıştı M. Abduh ise ona her teklifinde muvafakat ettiği halde siyasete hayır demişti. Ama R. Rıza kırk dereden su getirerek Menar'ın çıkmasından gayenin, milletin imam üstünde ve imamında milletteki hakkını açıklamak olduğunu savunmuştu Abduh ise buna asla yanaşmamış ve ona bu tutum Osmanlı politikasına götürüp sokar ki, sonuçta fayda yok, zarar çok diyerek kesin tavrını açıklamıştı. "siyasete bulaştın mı, senin yapacağın (din) ıslahatını da ifsat eder. Çünkü siyasetin karışıp da bozmadığı bir şey yoktur."

Gözden kaçırmamamız gereken bir gerçekte, Reşit Rıza'nın Mısır'a hicretten maksadının ıslahat olduğu. Çünkü Osmanlı Devletinde bozulmanın sebeplerini iyi biliyor, kötü idaresinin temsilcileri de ona eza ve baskı yapıyorlardı.

Reşit Rıza ve İçtihat:

Bu ilkeyi her maksatta ileri sürmüştür. "El-vahdet'ül-islamiyye vel-uhuvetül-diniye" adlı kitabında en yüksek perdeden terennüm eder ki ıslahat sadece davetle, davet ise sadece hudcet ile olur. Hudcet ise taklit olduğu müddetçe yok demektir. Taklidin bu büyük kapısı ise ancak ilim ve anlayışla kapanabilir der. R. Rıza içtihadı selef yoluna dönüş olarak görüyor ve bu yolla bir çok meseleyi hallettiğine inanıyordu.

Reşit Rıza Ve Hz. İsa (As.)

Bu bölümde İsa (as)'nin öldürülmeden diri olarak göğe kaldırılması ve konuyla ilgili hadisler tartışılmıştır. İsa (as)'mın göğe diri olarak kaldırılması yahut öldürülmesi mevzu hakkında son devir alimleri arasında epeyce itilaf olmuştur. R. Rıza bunlardan büyük bir kısmını tefsirine almıştır.

Gerçekte bunların hepsinin ihtilaf merkezini keveni mucizelerin vuku bulup bulamayacağı münakaşası teşkil eder. keveni mucizeleri inkar eden kimse kolayca hadisleri de inkar eder kabul etmez. Ravi'leri ne kadar çok olursa olsun sağlamlıkları hakkında şüphe eder... R. Rıza hadisin rivayet ve dirayet dalında geniş bilgisi olmasına ve İsa (as) semaya kaldırıldığını ifade eden yetmiş kadarda hadis bulunmasına rağmen bunları bir kalemde reddeder... Kıyamete yakın bir zamanda onun, tekrar yer yüzüne indirileceğini aklın kabul etmeyeceğini iddia eder. Bu bölümün devamında Hz. İsa ile ilgili hadisler verilerek, Reşit Rızanın bu hadisleri muhalif olan görüşleri tartışılarak çürütülmektedir.

Sure Birliği(Sureler Arasında Tenasüp)

Bu bölümde Menar tefsirinde yer alan Fatiha ve Bakara sureleri diğer surelerden farklı bir özellikte ele alınır. Her biri için o surenin taşıdığı mana ve hükümlerden neler kastedildiğini açıklayan bir mukaddime verilir. Bu suretle yazar, surenin bütün ayetlerinin her bakımdan birbirine uygun olduklarını, benzediklerini, sure bütünlüğünü; üslup benzerliği ve fikirlerinin tertibi ile Kur'anın belağatını göstermiştir. Bu noktada büyük bir gayret sarfeder. Ardından o surenin yepyeni bir şekilde ayet ayet değil de bir bütün halinde tefsirine girişir. Bu geniş bir kültürle birlikte akıl, zevk, incelik ve vicdan büyüklüğüne delalet eder.

R. Rıza Nazarında Faiz:

Faiz, İslam gelmeden önce Arap Yarımadasında yaygın bir hastalık halinde idi, Arap toplumu, geçim sıkıntısı ve iktisadi çöküntü içinde idi. İslamiyetle birlikte faiz yasaklandı bu konu ile ilgili pek çok ayeti kerime yer almaktadır. Bazı kişiler arasında R. Rıza'nın faize hilal dediği söylentileri bulunmaktadır. Bu bölümde ise R. Rıza' nın faiz konusunda Kur’an’ı Kerim ayetleri ile muvafık görüş bildirdiği anlatılmaktadır.

Reşit Rıza Ve "Taaddüd-ü Zevcatı" Yasaklaması:

Araştırmacılar arasında taaddüdü zevcatı (birden fazla kadınla evlenme) yasaklama veya sınırlandırma fikrinin M. Abduh'a ait olduğu bu fikri, onun ileri sürdüğü, bu hususta fetva verdiği ve öğrencilerinin de aynı fikirleri benimsediği görüşü yaygındır. İslam şeriatı bir erkeğin kendinde kudret hissettiği taktirde dört kadınla evlenmesini Mubah görmüştür. Taaddüdü zevcatın men edilmesi hakkında R. Rıza'nın fikirlerine gelince onları çelişkili görüyoruz. Bazen yasaklar, bazen serbest bırakır, bazen de sınırlandırır bir tutum içinde olduğunu görmekteyiz.