DİN, MEDENİYET VE LAİKLİK

Yazar: Ahmet SELİM (Zeki ÖNAL)

Yayınevi: Timaş Yayınları

 

DİN, FAZİLETE DAYALI MEDENİYETİN BANİSİDİR.

“İman, insanı mütevazı yapıp onu dünyadaki doğru yolunda azimli ve kararlı kılarakıl ise, ona, bilgi sahibi olmak arzusunu ve maddelerin sırlarına ererek Allah’a yaklaşma heyecanı verir. O'nu, dünyayı ıslah etmeye, değiştirmeye hazırlar. Kendini daha iyi tanımasına, şahsiyetini bulmasına yardım eder.” J. Pirenne

Yeryüzüne tarih boyunca dinsiz bir millet gelmemiştir. Zaman zaman ferdi inhiraflar neticesinde “ateistim” diyenler de olmuş olsa bile, umumi manada insanlar fıtratlarındaki bu inanma duygusunu tezahür ettirme lüzumunu hissetmiş, hak dinin sesinden soluğundan uzak kalındığı dönemlerde değişik varlıkları kendilerine ma'bud ittihaz etmişlerdir. Çok eski devirlerde yaşayan insanların bulunan kabirlerinde ahiret düşüncesine ait kitabeler, kılıç, kalkan, mücevherat vb. şeylerin çıkması yeniden dirilişe olan inançlarının bir göstergesidirahiret düşüncesi o toplumdaki dini inancın bir işaretidir. İlk insanın aynı zamanda ilk peygamber olması, dinin insan hayatıyla ne kadar bütünlük arz ettiğini gösterir. Hz. Adem'e eşyayla olan münasebeti, ondan nasıl istifade edeceği ve eşyanın isimleri teker teker öğretilmişti. İnsanlık kainatla olan ilişkisini, ateşi kullanmasını ve hayatını devam ettirecek diğer uygulamaları hep Hz. Adem'den öğrenmiştir. Onun için Hz. Adem, insanlığın her yönüyle babası kabul edilmiştir.

Peygamberler insanlığa iki yönüyle rehber ve numune olarak gönderilmiştir. Birincisi, dünyevi hayatlarını tanzim sadedinde beşerin ihtiyaç duyduğu ilim, fen ve teknikte onlara öncülük yapmış, ilim ve fende sınır taşlarını mucize eliyle tespit etmiş ve beşeri o sınıra ulaşmaya teşvik etmiştir. İkincisi; hem dünyaya hem de ahirete bakan yönüyle insani hasletlerde rehberlik yapmış, ahlak-ı aliye ve secayay-ı aliyeyi yaşayarak örnek olmuşlardır. Bu cihetle peygamberlere medeniyetin gerçek banisi dense sezadır. Peyami Safa'nın “Yeryüzünde, iki büyük medeniyet iki büyük dinin eseridir: İslamiyet ve Hıristiyanlık.”sözü mevzumuzu te'yid eder. Bazılarının küfürlerine mesned teşkil için insanlığı mağaralara sokmaları, taş devirleri ihdas etmeleri, hakikatle bağdaşmaz. Eğer böyle düşünülmezse Hz. Süleyman (as)'ın kurduğu medeniyeti, Hz. Nuh’un (as)gemisini, Mısır piramitlerini, yeraltı şehirlerini izah etmek mümkün olamayacaktır.

İşte size özetini takdim edeceğim Din-Medeniyet ve Laiklik kitabı; ortaçağdan günümüze doğu-batı münasebetleri, din-medeniyet ilişkileri, dinin terakkiye mani olup olmadığı geri kalışımızın sebepleri, batıda olduğu şekliyle İslam’da da reformun yapılıp yapılamayacağı, laiklik ve din, İslam ve demokrasi gibi mevzuların tahlilini ihtiva ediyor.

 

ORTAÇAĞDAN BU GÜNE DOĞU-BATI MÜNASEBETLERİNİN ÖZETİ

Batı, ortaçağ İslam medeniyetini gözleri kamaşarak seyrediyordu. İlk nazarda gözüne çarpanlar, İslam medeniyetinin görüntüsüne yansıyan zahiri çizgilerdi.

a) Maddi ilim ve medeniyet eserleri.

b) Aristo'cu rasyonalist fikirler.

İslam medeniyetinin aslen iman medeniyeti olduğunu, nurun, kuvvetin, hızın oradan geldiğini; Yunan düşüncesine yönelen rasyonalist heveslerin, bu medeniyeti doğuran değil, henüz göze çarpmamış zaaflara uğratan bir te'sir teşkil ettiğini anlayamadılar. Bunu o zaman biz anlayamıyorduk ki; onlar nasıl anlasındı?

Halbuki biz, hem anlamak hem de onlara anlatmak mükellefiyetindeydik. Böyle olduğu içindir ki; Kur'an'a ve İslamın özüne eğilemediler. Bu yönde incelemeler yapmadılar. Bizimkilerin eserlerinden Aristo'yu tercüme ettirdiler, bizim vasıtamızla eski Yunan düşüncesine döndüler. Eski Yunan düşüncesinde yine vaktiyle şarktan gelen tevhid izleri vardı. Berrak, saf ve şümullü değildi ama vardı. Dinlerinden vazgeçmeyi düşünmediler fakat eski Yunan düşüncesinde gördükleri tevhid izleri, kendi dinlerinin teslis esası ile çatışıyordu. Karşılarındaki İslam medeniyetiydi, dini bir medeniyetti, ama geniş bir düşünce hürriyetine sahipti. Dininden vazgeçmeyi hatırından bile geçirmeyen batının önünde ancak şu çareler kalmıştı:

a) Hür düşünceyi kiliseye rağmen yaymak,

b) Buna karşı çıkan kiliseyi reformla dize getirmek,

c) Felsefenin sağ kanadını kullanarak teslis akidesini tevhide doğru götürmek ve sol kanadı ile de “maddeyi ihmal etme” uyuşukluğunu dağıtmak,

d) Böylece, din-medeniyet münasebetini güçlükle kurtarabilen çok pahalı bir akıl-iman dengesi içinde, ilim ve medeniyet hamleleri yapmak,

e) Yine de dini felsefeye ve siyasete kurban etmeyip ana kaynak olarak muhafaza etmek.

Bunlar dile kolay!.. Bunlar peşin programla değil, çarpa çarpa, yaşaya yaşaya gerçekleştirildi. Batı bunları gerçekleştirmek için asırlarca uğraştı. Bir gram şeker için bir ton keçiboynuzu yedi. Küçücük bir tepeyi aşmak için bin tane viraj döndü. Bir tek doğru için bin tane yanlışı ayrı ayrı yokladı. Beyinler heder etti. Kan döktü. Nesiller harcadı, hummalara yakalandı. Çamurlara bulandı. Her şey “incecik bir tekamül çizgisi” nin oluşması uğrunaydı.

l2.Asırdan l6.asra kadar batı, İslam medeniyetinden faydalanmayı, hür düşünceye açılmayı, Rönesans ve reformu gerçekleştirmeyi, malikane ekonomisinden şehir ekonomisine geçmeyi, ondan da milli ekonomiye yönelmeyi, pusulanın bulunmasını, bazı keşifleri ve icadları başardı.

Burada şunu hatırlayalım; 15.asırda Osmanlı’nın yükselme devri başlamış ama sahip olduğumuz sistematik dengelerde toprak düzeninin bozulması gibi belirtiler gösteren aşınmalar, l6.asırda kendini iyice hissettirir hale gelmiştir. Bunu takiben de duraklama devrine girdik. l7. Asırda yukarıda belirtilen gelişmelerin düğümlenmek ve tıkanmak üzere olduğu bir noktada, yani kilise skolastiği yerine ikame edilen Aristo skolastiğinde de pilinin bitmek üzere bulunduğu bir sırada çok çeşitli kollardan batıya giden Gazali tesirinin verdiği ilhamla yeni bir hamle tecelli etti. Pascal’ın da katkısıyla Descartes metafiziği ve Newton’un ilmi bir araya gelerek Aristo skolastiğini geride bıraktı. 17. Asır, batıda akıl-inanç dengesinin kurulduğu asırdır. Matematik çok gelişmiştir. Teleskop, mikroskop, barometre icad edilmiş oldu. Akademiler, rasathaneler kurulmuş, ilim dergileri yayımlanır olmuştur. Diğer taraftan parlamenter inkişafta görülmekte ve ticaret kapitalizminin boyutları büyümektedir. (Bu arada liberal ve parlamenter gelişmeler, İngiltere'de feodal esasa bağlı sosyal ve siyasi nizamı bir ihtilalle yıkmış, ancak Fransız İhtilali’nden sonra yaygınlaşacak olan yeni bir nizamı getirmiştir.)

18.Asırda batı kültür hayatının akıl-iman dengesi, iman aleyhine bozulmaya yüz tuttu. Üst tabakada ahlaki düşüş ve dejenerasyon belirdi. Vahye inanmamak modalaştı... Bunda E. Kant'ın rolü büyüktür.

Vahameti görenler de vardı. J. J. Rousseau bunlardandı. İlk defa her tarafı mason locaları istila etti. Rasyonalizm, gitti materyalizm batağına saplandı. Yaradanın varlığına inanan filozoflar yine çoğunluktaydı ama şüphecilik onların içine de gayri şuuri olarak nüfuz ediyordu.

Din de, siyaset de, ekonomi de “liberalizm”e koşarcasına ilerliyordu... Elektrik, buhar gücü keşfedildi. Fabrika doğdu. Makinalı dokumacılık başladı. Adam Smith, iktisat ilminin ve kapitalizmin doktrininin temelini attı...

18.Asır, liberalizmin manevi-siyasi-hukuki-ekonomik alanlarda en büyük hamlelerini yaptığı asırdır. Ve en büyük siyasi hadiseleri Amerika'nın kuruluşuyla Fransız İhtilali...

Üst tabakalarda iman ve ahlak bozulması yayılırken, kitleler tehlikeyi sezercesine mistik yönelmeler gösteriyordu. l9.Asra girerken batı, içtimai buhranlar içindeydi. Kitleler eziliyor, ızdırap içinde kıvranıyordu.

l9.Asır, A. Comte asrı...

19.Asır maddeci pozitivizmin asrı...

19.Asır, sosyalizmin, komünizmin doğduğu asır

Hegel diyalektiği, Feurbach ateizmi ve Ricardo ekonomisi birleşmiş, Marksizm halini almıştı... İnkarcı felsefe kanadının hasıl ettiği netice işte budur. Marks’a göre din afyondur; Freud'a göre ise, kapris!İngiltere'de C. Dicknes, Fransa'da Balzac ve Hugo, kitlelerin sefaletini, acılarını romanlaştırıyordu... l9.Asrın kitleleri, ortaçağın kitlelerinden daha muzdariptir. Bu muydu alınan mesafe.? Batı, ihtilaller içinde çalkalanıyordu... Bir ara Paris komünü dahi kuruldu. Paris'te komünizm.! Öyle bir sistemler manzumesi gelişmiştir ki; batı, içte ve dışta da ancak kan emerek ayakta durabiliyordu. Darwin’in teorisi, ekonomiye uygulanıyordu. Neredeydi Hümanizm..? Modacı entellektüelin din yerine ikame etmeye çalıştığı insan sevgisi, tabiat sevgisi, vicdani ahlak gibi değerler neredeydi.?

Uzaktan bakınca zahiri manzara ışıl ışıldı. Fabrikalar, yollar, saraylar, binalar, parlamentolar... Yakından ve derinden bakınca, zonklayan akıllar, kanayan ruhlar, bilenen kinler, kıvranan kitleler... “İnce çizgi” kaybolmuştu. Newton’lar, Descartec'ler, Pascal'lar. Leibniz'ler hatırlanmıyordu. Halbuki aklın bütün gerçek başarılarının altında onların emeği vardı. Görünenler, Comte'ler, Buchner'ler, Darwin'ler ve benzerleriydi.

Bizimkiler işte bu batıya baktılar. Maddi medeniyetin muhteşem ve şıklı görüntüsü bizimkileri fena çarptı. “Ne yapalım da onlara yetişelim?”diye aramaya başladılar. Önce “Dinden biraz uzaklaşalım” dediler. Osmanlı’nın münevveri Tanzimat'la beraber “namazı” terketti.

1838 Antlaşmasıyla İngiltere'nin kapitalizmine açıldılarantlaşmaya patta da “sistem” mi sokulurmuş? O sistemi batı, 4 asırda getirmişti ve henüz nisbi iyileştirme tadillerini de yapmamıştı. Pazar arıyordu kendine ve biz de pazarlardan bir pazardık. Açtık gümrük kapılarını, yıkıldı sanayimiz. Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmuştuk.

Sonra, Roma hukukunu transfer etmeye başladık. Vaktiyle, İngiltere kraliçesi bizim hukuk sistemimizi inceletmek üzere uzmanlar göndermişti. Tabii ki, faydalanabilecekleri “unsurlar ve te'sirleri” almak üzere. Nereden nereye.?

Dansı, baloyu, orkestrayı saraya soktuk... Kıyafetlerimizin rengini ve biçimini değiştirdik.”Kadınlar korse takacak” diye emirnameler bile çıkardık! Maymundan insan türemez. Darwin zırvalıyordu. Ama insan maymunlaşabilir! “Hor ve hakir...” kelamını hatırlayınız.

Biz batıyı Fransa'yla tanımıştık. Fransa'nın A. Comte'sine medeniyet aşkına sarıldık.18.Asrın “masonizm”ine yapıştık. İleride Prens Sabahaddin, Le Play'a; Celal Nuri, Mountesquie'ya ve Le Bon'a; Baha Tevfik, Nietche'ye, Kant'a, Darwin'e; A. Cevdet, A. Rıza, Comte'ye; Beşir Fuat, Buchner'e mürid olacaklardır! Tanzimat’tan beri hemen hemen bütün yenilikçilerimiz mason localarına kayıtlıydı! Biz batının 18. ve l9. Asırlardan ne öncesini biliyorduk, ne de sonrasını... Varsa yoksa, bu asırların medeniyet mirasyedileri...Bırakın batıcıları; Türkçü Ali Suavi ve Ahmet Vefik de masondu! İslamcı Musa Kazım ve Mahmut Es'at da masondu! Batıyı-doğuyu, dünü-bugünü, din-ilim, akıl-iman, madde-ruh, kültür-medeniyet münasebetlerinin hakikatini; işte bu kadar anlamıştık, böyle anlamıştık.

Batı, I9.asırdan kurtulmasını da bildi. Ekonomik sistemini kendi insanı bakımından düzeltici değişiklikler gerçekleştirdi. “İnce çizgi “nin rolünü hatırladı... (Kendi hesabına)

Akıl, atom ve izafiyet, şokunu yiyince kendine gelir gibi oldu. Darwinizm'de yıkıldı; maddeci pozitivizm de, determinizm de. Einstein, “Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür” diyordu. W. James, “Kant'ı okuduktan sonra sarsılmıştım. Fakat, Bergson'u görecek kadar bana ömür verdiği için Tanrı'ya şükrediyorum.”diyordu. Bizim bunlardan hiç haberimiz olmadı.

l8.ve I9. Asırlardaki fikri moda cereyanlarının natüralist ve pozitivist te'sirlerine kendini kaptıran ve bir bileğinin damarlarını bu uğurda kesip intihar ederken, öbür bileğiyle son nefesine kadar bir mektup yazan zavallı Beşir Fuat... Nesillerin heba edilişini sembolize eden bahtsız genç...

Ahmed Cevdet Paşa’nın Tanzimat arifesinde koyduğu teşhisi hatırlayalım: “Bir milleti imha hükmündedir.” “Yolsuzlukta yol aramaktır.” Beşir Fuat'ın dramı, o hükmün neticelerindendir.

Onların Hastalığına özeniyoruz.

Batı, reform-Rönesans-hümanizme mecburdu. Çünkü; dini sınıf, içtimai-fikri-siyasi hayatı nefessiz bırakmıştı. Meskenet-zulmet-zillet hep kiliseden geliyordu. Kilise, bir ibadet değil, bir tahakküm teşkilatının adıydı. Kilisenin zehirleyip çürüttüğü hayata, Aristo felsefesi bir panzehir gibiydi. Başlı başına şifa değil, bir panzehir. İnsan panzehir içe içe de geberir! Bir içimlik doz halinde kullanıp atacaksın. Bizimkiler bu panzehiri tam sıhhat halinde keyif için ve nam olsun diye içtiler! Ve batıya ondan sonra takdim eylediler.

Şayet Eş'ari'ler, Maturidi'ler ve Gazali'ler olmasaydı; Meşaiyye-Dehriyye-Batıniyye semptomları göstere göstere eski Yunan uğruna heder olup gidecektik. Bizde ne muharreflik talihsizliği vardı, ne ruhban sınıfı ve onun tahakkümü vardı, ne de herhangi bir denge bozukluğu... Akıl, iman nurunun aydınlığında yürüyeceğine; döndü, nuru Aristo mantığı ile tahlile ve ihataya kalkıştı! Ortaçağın İslam dünyası, Aristo felsefesi ile yalnız manevi kayba uğramış ve onun mukabilinde hiçbir maddi kazanç elde edememiştir. “Tıpta şöyleydik, matematik de böyleydik” Onları, imanımızı Aristoculuk'la kurcalamanın sonucunda mı elde ettik?! İbn-i Rüşd, İbn- i Sina gibi beyinler, bu gibi inhiraflara düşmeseydiler, aklı kendi asli istikametinde hür ve mücehhez kılsaydılar, maddi alandaki başarılarımız yüz misli, bin misli artardı. Aynı zaaf, 5-6 asır sonra maddi bir sarsıntının çözümünü, manevi temellerde kusur arama suretiyle gerçekleştirmek biçiminde tezahür etti. Ve çağımızda, maddi gelişmeyi, manevi temelleri kurcalayarak sağlamak şaşkınlığı halinde nüksedip duruyor.

 

ISLAHAT ANLAYIŞIMIZ

“Çilesi çekilmeyen şeyin aşkı olmaz. Başımıza ne geldiyse, aşkımızı kaybetmekten geldi.”

Necip Fazıl

“Ruhunu kaybedenin, cihanı kazanması hiç bir şey ifade etmez”

A. Carrel

“Türk tarihinin üstünde dikkat ve hayretle durulacak noktalarından biri de ; zorba ve şirret tabaka karşısında, hamiyetli, muzdarip şuurlu kitlenin daima sessiz kalmasıdır.”

S. Ayverdi

“Tanzifattan beri yetişenlerin çoğunda, hemen her hareket kendi kendini inkarla sonlanır.”

A. H. Tanpınar

Batı, yeni dünyanın keşfiyle kıymetli madenleri kendi diyarına akıtmaya başlamıştı. Bu hal bizim için ekonomik dezavantaj oluşturmuştu. Paramız değer kaybediyor, sosyal düzen bazı güçlüklere uğruyordu. Diyelim ki; onlar bazı yönlerden çok daha iyi çalıştılar ve çalışmalarının semeresini yeni keşiflere, madenlere kavuşmak suretiyle aldılar. Her şey burada düğümlenir mi? Onlar o başarıyı sağladıktan iki asır sonra bile, üstünlük hala bizdeydi. 19.Asrın başında batı, fikren maddeci pozitivizmin yani madde-ruh dengesindeki vahim bir bozulmanın sancıları içindeydi. Bir büyük ihtilal geçirmiş, sosyal dengesi altüst olmuş, yeni arayışlar peşine düşmüş, acıları ve tezatları büyümüş bir durumdaydı.

Ama biz hep kendimizi sallantıda görmüşüz, hep kendimizi bunalımlı saymışız. Tarihe hala o gözle bakan aydınlarımız var. Bozulmayı 1450 ile 1550 arasında başlatıyorlaranlatmak istedikleri şey, toprak düzeninin değişikliğe uğramasıdır. Toprak düzeyi aslen manevi ihmaller yüzünden bozulmuştur. “Tımarlı sipahi” düzeninin bozulması, yine manevi ölçülere bağlılık şuurunun bir yönden ihmale ûğraması ile alakalıdır.

Din ve Tahakküm

Osmanlı Devleti'nde siyasi otoriteyi nüfuzu altına alabilecek cinsten bir dini sınıf otoritesi hiç bir zaman var olmamıştır. Hangi padişah, hangi teşebbüs için fetva çıkartmakta güçlük çekmiştir? Müspet ilim yolunda faaliyet gösteren ve fikir beyan eden hangi ilim adamının karşısına şeyhülislam veya medrese dikilmiştir?

O, medeni dediğimiz batı, I7.asırda Galile'yi engizisyon marifetiyle zindanlarda boğdurdu. 1600 senesinde Bruno'yu din adına bir meydanın orta yerinde cayır cayır yakan da batıdır. Filozof Lucillo Vanini 1619'da hem de parlamento kararıyla önce dili kesilip, sonra diri diri yakılmıştır.

Ama Osmanlı tarihinde din adına ve dini otorite baskısı yüzünden bir ilim adamının yok edildiği görülmemiştir. Bir tek gerçek vak'a vardır, Piri Reis'in idamı! Bu büyük ilim adamı seksen yaşında bir pir-i fani iken, siyasi otorite kendi takdiri ile idam ettirmiştiraynı siyasi otorite üç tane şeyhülislam idam ettirmiştir.(Molla Kabız ile Şeyh Bedreddin ise zulmen değil, adaleten katledilmiştir.)

Batının bir çok düşünürü, teslisi tevhide dönüştürmek için kiliseyle kavgaya girmiştir. Bizimkiler ise aynı tavrı tevhid aleyhine sürdürme temayülü göstermişlerdir.

Batıda reform bir zaruretti. Din-ilim kavgası, bir kaderdi. İnsaf ile söylensin, batının ortaçağı gibi bir çağ, dini otoritenin engizisyonla, endülüjansla, mal varlığıyla bütün cemiyet hayatını kıskıvrak bağladığı ve siyasi otoriteye keyfince yön verdiği bir çağ, bizde yaşanmış mıdır? Peki niçin reform istendi? Niçin hep aynı tema işlendi? Din adına nelere mani olunmuştur?

Matbaanın kullanılması geciktirildi. Bu zannedildiği kadar önemli değildir. Kültürler, okumanın yaygınlaştırılmasından çok okuyanların derinleşmesiyle yeni medeniyet hamleleri yapmışlardır. Biz ilk tahsil mecburiyetini batıdan önce getirmişizdir. Bu yönde ciddi bir geri kalma bahis mevzuu olmamıştır. Kitleler, orijinal fikir eserleriyle temas halinde bulundurulamaz. Batının ünlü kalemlerini, büyük filozoflarını, büyük ediplerini kendi zamanlarında kaç kişi okumuştur?! Kitleler, hayatını besleyen ve yönlendiren kültür değerlerini doğuda da batıda da din müessesesinin çerçevesi içinde yaşamış ve yaşatmışlardır. Diğerleri ise ancak müsellem bir kıymet haline geldikten sonra, çok yavaş, çok dar te'sirler haline geldikten sonra, yine çok yavaş, çok dar te'sirler halinde kitlelere mal olabilmişlerdir.

Batının tersine olarak, İslam tarihinde din adına siyaset ve fikir adamlarına değil, ancak siyaset hesabına din ve ilim adamlarına tahakküm edildiği görülmüştür. İmam-ı Azam’ın, İmam Şafi’nin, İmam-ı Malik’in, İmam-ı Ahmed’in mihnetlerini hatırlayın.

Osmanlı tarihindeki ayaklanmaların hiçbiri dini nedenlerden olmamıştır. II. Osman’ı, III. Selim ‘i öldürtenler hocalar değildir.

Halk ve Devlet

Gözlerden kaçan muazzam bir farklılık vardır:

Batının tarihi, halk isyanlarıyla doludur. Osmanlı tarihinde bir tek halk isyanı vuku bulmamıştır. Devlet, “ebed müddet”tiraynı zamanda kerimdir, babadır, zevale uğramaması için her vesile ile dualar ve niyazlar içinde anılan bir varlıktır. Ne Celali isyanlarıyla, ne de Patrona'sıyla, ne Kabakçı'sıyla, ne eşkıya ayanlarla ve diğer mütegalibelerle halkın hiç bir onaylayıcı münasebeti olmamıştır. III. Selim, bir ıslahat hamlesini gerçekleştirecek yapıya sahip değildi. Devletin o sıralar III. Selim’lere değil, I. Selim’lere ihtiyacı vardı. Bu yeniçeri Yavuz zamanında bile bazen homurdanıyordu. Ama Yavuz, her homurtuyu kendine ram etmiş, şahsiyetiyle ezmiştir.

ııı. Selim’in gerçekleştiremediği ıslahat düşüncelerini ise, II. Mahmud gerçekleştirdi ve Abdülmecid tarafından ilk tamamlanma hedefine vasıl oldu.

Islahat Tedbirleri

a) Devlet memurları fes, pantolon, ceket giydiler. Kavuk, şalvar, sarık yasaklandı.

b) Padişahın resmi, bütün devlet dairelerine asıldı.

c) Piyano, orkestra yerleşti.

d) Dönizetti Paşa, Mızıka-i Hümayun'u kurdu.

e) Askere, mavili-yeşilli Avrupa üniforması giydirildi.

f) Fransızca öğrenimi bazı memurlara mecburi tutuldu.

Bunların karı ne, zararı ne?

“Efendim, görüntümüz güzelleşti” diyebilirler.

Ama bir batılı bu meseleyi şöyle değerlendiriyor: “ Yerli sanayinin çökmesinin bir başka amili de II Mahmud'un giyim-kuşam alanındaki değişiklikleriydi. Bu ise, giyim-kuşam alanında Avrupa'nın Osmanlı Devleti'ni haraca bağlaması demekti. Devlet aynı cins kumaşları aynı fiyatta imal etme gücünden mahrum olduğu için, borç suretiyle Avrupa’dan giyim-kuşam malzemeleri ithal etmek zorunda kaldı. Bu durum yerli sanayinin en önemli dallarını bir çırpıda yok etti.

 

EMPERYALİZM

“Öldürücü yara bağrımızda kalır.” (Virgilius)

“Batı medeniyetinin te'sirleri ile meydana gelen ve Osmanlı Rönesansı diye adlandırılan hareket, ikinci bir İslam'dan uzaklaşmadır. Dev/et adamlarımız, batıyı taklit ederek batıya yaranmaya çalıştılar” (S. Halim Paşa)

“Bir zaman geldi ki; kapitalizm kazandığı başarıların zafer sarhoşluğu içerisinde kendi kaynaklarından kendini müstağni görmeye başladı ve bütün bağlarını kopardı.” (Prof Sabri Ülgener)

Tanzimat sonrası, batının kültürel ve ekonomik hücum devridir. Biz de kapımızı sonuna kadar onlara açmışız·..

30 adet İngiliz okulu, 131 İngiliz öğretmen. Neydi görevleri?! Bizi batılılaştırmak!Fransız okulları da var. Diyarbakır'da, Harput'ta, Mardin'de. Fransız okulları 110, Amerikan okulları 200 civarında. Erzurum’da, Yozgat'ta, Sivas'ta, Tarsus'ta, Muş'ta, Bitlis’te, Antep'te. Aklınıza gelen her yurt köşesinde binlerce siyasi-dini teşkilat, on binlerce yabancı kültür adamı, Osmanlı topraklarını bir ağ gibi örmüş.

Yahya Kemal'i dinleyelim: “İstanbul'dan çıkarken zata dine karşı kafamda şedid bir aksü'l-amel vardı. Paris'te dinsizliğim iyice arttı!” On üç yaşındayken annesinin ruhuna her akşam ‘Yasin’ okuyan Yahya Kemal, o hale nasıl gelmiş? Batının misyoner teşkilatları sayesinde.

Talat Paşa, güvendiği bir yakınına sorar: “Acaba mason mu kalsam, Bektaşi mi olsam?!”

 

Ölçüler ve Tavırlar

İmam-ı Azam'ın siyasi görüşlerine Osmanlı’nın modern aydını değil yetişebilmek, yaklaşamamıştır bile. Okumuşlar tabakası körü körüne batıyı taklit edip, muazzam bir medeniyetin dibinde rahneler açacağına, o görüşlere dayanarak arasaydı tekamül yolunu bulurdu.

İmam-ı Azam diyor ki: “Hakikatte hilafet, mü'minlerin içtima ve meşveretiyle olur.”

Borçlanma I. Abdülhamid zamanında başlar. Bazı zenginlerin atıl duran servetlerinden istifade için haber gönderdi, borç talep etti. Hiç biri yanaşmadı. Ve mecburen dış borçlanmaya gidildi. Osmanlı Devleti'nin bilhassa son zamanlarında israf ile yokluk birlikte yaşanmıştır. Halk müsrif değildi, sadeydi, tertemiz bir dünyası vardı. Ama devletin zenginliklerini ekonominin damarlarına akıtmaktan alıkoyan israf depoları belli ellerde itina ve ihtirasla saklanıyordu. I. Abdülhamid belki müessir olur diye şeyhülislamdan fetva ister ve tebliğ eder. Belli kişilere dinin hükümlerini hatırlatıp onları Allah’a havale ederek elemler içinde, dışarıya avuç açmak zorunda kalmıştır.

 

SONRAKİ ISLAHATÇILARIN ŞAŞKINLIĞI

“İslam ilkelerinin gelişmesi ve ilerlemesi batılılaşma ile asla mümkün olmayacaktır.” Prof. Hugance

“Bizim Avrupalılaşmamız şuurlu bir hareket değil şuursuz bir harekettir. Ruhi ve içtimai bir komplekstir. Bundan bir hayır umanlar varsa ancak devasını içki ve eroinde arayan anormal tipten insanlar olabilir.” Mehmet Kaplan

“Şahsın ihtiyarlığına alamet saç ve sakal aklığıdır. Devletin ihtiyarladığına alamet de baştakilerin saltanata, ziynete düşkünlüğüdür ki inhitata delildir.” Katip Çelebi

 

Yabancı Hayranlığı

Türk okullarında okuyan öğrencilerin bütün öğrenci toplamına nisbeti % 59.3'tür. Yani Osmanlı ülkesindeki öğrencilerin %40'ından fazlası yabancı okullara gitmektedir. Ve bunların dörtte birini Fransız, İngiliz, Amerikan okullarına gidenler teşkil etmektedir.

Eğitimdeki o ıslahattan birkaç örnek verelim:

İçtihatçı Abdullah Cevdet'in reçetesi Avrupa'dan damızlık erkek ithal etmektir. En iyisi Namık Kemal, sürgüne giderken ağlaya ağlaya Marseyyez söylemektedir. Yani Fransız milli marşını!

Bunlardan bir grup Avrupa'da, dini kapalı olduğuna inandıkları Jean Joures'e giderler Biz Avrupa'ya uymak istiyoruz. Fakat yurdumuzdaki geri kafalılar bize mani oluyoravrupa'nın çürümüş olduğunu, bizim ona uymakla kazanacak bir şeyimizin bulunmadığını söyleyip bize muhalefet ediyorlar.

Jean Joures şu cevabı verir: “Ben de sizin geri kafalılar gibi düşünüyorum. İslam Hukuku elbette her türlü cemiyetin ihtiyacını ihata edemez. İslam Hukuku'nu uygulayacak olan cemiyetin her şeyden önce İslam'ın ruhuna bağlı bulunması gerekir.”

Prof. Erol Güngör, “İnançlarla yaşayışlar arasındaki boşluğu içtihatlar yoluyla müçtehidler kapatsın” diyor. “Ben istediğim gibi yaşarım, hukuk bana uysun, ve beni psikolojik rahatsızlığa maruz bırakmasın” mantığı hiçbir hukuk sistemi için bahis mevzu olamaz. İnanıyorsan uygula. İnanmıyorsan rahatsız olma. Uygulamak istiyor da uygulayamıyorsa, bu ayrı bir durumdur. Ve bu durumdan ızdırap duymak, uygulanamayanı tadil etmeye kalkışma vebalinden çok daha iyidir. Faizi dinen meşru kılıcı bir içtihad talebi bu mantıksızlığın sonucudur.

Bizim ıslahatçılar Batı'ya benzemeyi tek kurtuluş olarak görürken onlar bizim hakkımızda bakın ne düşünüyor:

İngiliz Dışişleri Bakanı Clarendo “Türkler'i ıslah etmenin tek yolu onları ifna etmektir. Bunları Avrupa haritasından silmeliyiz. Fakat yerlerine kimleri koyacağımızı tesbit etmek zorundayız.” demiştir.

 

Faiz, Rüşvet, İsraf

Çok eski asırlardan beri tefecilik, Türk köylüsünün en büyük ızdırabı olmuştur. Köylü ağır vergileri ödemek için para aramakta, kendisine kredi temin edecek kimse ise elde ettiği enflasyon karlarını emin bir gelir kaynağı olarak tekrar toprağa yatırmak arzusunu taşıyan bir tefeci olmaktadır. Diğer taraftan devlet dairelerinde rüşvet alınmaya başlanmıştır. Fransa'nın İstanbul Büyükelçisi De Germigy, Sokullu Mehmet Paşa'ya verdiği elli bin dükalık hediyeden bahseder. Bir başka hastalık ise israf idi. Marsilya'ya zeytinyağı ihraç edip, oradan sabun ithaline başlamışız. Yemen varken, dört milyon liralık kahve ithal etmişiz. Dış ticaret dengemizin ilk bozuluşu o zamanlar başlar. 1527-1528 yıllarında saray mutfağı harcamaları 2.379.505 akçedir. Toplam saray harcamalarının toplam gelire oranı ise %5'tir. Sultan Abdülmecid bir gün Maliye Nazırı'na sorar: “Dolmabahçe Sarayı kaça malolmuştur? “3500 kuruşa Sultanım” Sultan şaşırmıştır: Maliye Nazırı, 3500 kuruşu şöyle izah eder: “Bu 3500 için gerekli 70 milyon franklık kaime (kağıt para) `nin mürekkep-kağıt-baskı bedelidir Efendimiz.”

 

TARİHİMİZDE MEZHEP TAASSUBU DA, DİN TAASSUBU DA ESAS İTİBARI İLA ASLA YOKTUR

“Hıristiyan milleti adına esef ederim ki; bunlar dini müsamahayı Müslümanlardan öğrenmeye muhtaçtırlar. Kur'an zorla değil ikna yoluyla intişar etmiş ve süratle yayılmıştır. Müslümanlar mağlup ettikleri milletleri kendi dinlerini muhafazada daima serbest bırakmışlardır. Hıristiyanlar fevc fevc Müslümanlığı kabul etmişlerse, bunun sebebini Müslüman fatihlerin, gösterdikleri büyük anlayışta, adalette aramak lazımdır. Hatta İslamiyet müsamahayı yalnız, fiilen tatbik etmekte kalmamış, onu ilahi kanunun esası yapmıştır.” Michovrd

600 senelik Osmanlı Tarihinde Hanefi-Şafii gibi mezhepler arasında, mezhep taassubu dolayısıyla vuku bulmuş bir hadise gösterilemez. Daha önceki zamanlarda mezhebi ifsada uğramış müçtehidlere nisbet iddia eden bazı grupların taşkınlıkları görülmüştürayrıca Batıni dalalet kollarının tahrik ettiği bazı vukuatın, mevcudiyeti de mahiyeti de herkesçe bilinmektedir. Osmanlı Tarihi'nde bırakınız İslam mezheplerini, gayri Müslimlerin mezhepleri dahi tam bir hürriyet içindeydiler.

İnhiraf olmadan taassub olmaz.

Osmanlılar'ın büyük ekseriyeti Hanefi idi. Ama Şafiiler de vardı ve en küçük baskıya maruz değillerdi.

1)Ehl-i Sünnet mezhebinin yayılışı sırasındaki bazı fiili mücadeleler bizatihi mezheplerle ilgili olmayıp o mezheplere yönelen siyasi teveccühlerle ilgilidir. Bunun bir tek istisnası vardır. İmam Ahmet bin Hanbel'i anlamayan - anlayamayan kendilerine yine de Hanbeli adını veren bazı kişiler taassub göstermişlerdir. Fakat dikkat ediniz, önce inhiraf vardır sonra taassup. Diğer mezhep taassubu da Şiilerinkidir. Yine aynı, önce inhiraf vardı, sonra taassup. Çünkü kaide budur. İyi bilinmelidir ki; itidal prensibi hiçbir yerde İslam'da olduğu kadar önemli ve değerli değildir. İslam adına herhangi bir taassup tezahürü gösterildiğine şahit olunmuşsa mutlaka önce ifrat sonra inhiraf vardır. O taassup tezahürü İslam'dan değil bu uzaklaşma tavrından doğmuştur.

 

Mukayese

Bir de yabancıların tarihine bakalım: “ 1525'te iki Alman'ın cebinde Protestan mezhebine ait kitap bulundu. Derhal kelleleri uçuruldu.”1689 kanunu ile İngiltere'de Katolik mezhebi yasaklandı. Katolikler her türlü siyasi ve medeni haktan mahrum edildi. “1865`te Fransa'da Protestanlık yasaklandı. Fransa'yı terketmeyen Protestanların zorla Katolikleştirileceği açıklandı. Daha bunun gibi pek çok örnekler gösterilebilir. Bizde ise tarihin akışı içinde hak mezhep taassubuna delil olarak zikredilebilen yani o mezhebin aslı mahiyetinden doğan herhangi bir olay mevcut değildir. Buna mukabil hikmet-i vücudu inhiraf ve taassup olan bazı konuların sebebiyet verdiği huzursuzluklar pek çoktur. Hatta bunların bazısı sırf bu maksatla teşkil ve ihdas edilmiştir.

 

Tefekkür Izdırabı

Gazali, İbn-i Sina’ya “matematikle, fizikle, kimyayla, tıpla uğraşmak haramdır mı diyordu. Asla pozitif ilimlerle uğraşırken, imanınızı muhafaza edin. Aklı, imana düşman hale getirmeyin. Dengeyi koruyun. Bu cafcaf, bu şatafat, dengeyi koruyamaz da manevi temelleri zaafa uğratırsanız başınıza çöker.” Öyle olmadı mı? Çökmedi mi? Gazali haklı çıkmadı mı ?

 

Fıkhi Taklide İftira

Prof. Hudari İslam Hukuku Tarihi adlı eserinde, Türklerin hakimiyeti ile içtihad ruhunun kaybolduğunu ve bunun neticesi olarak da ilmin gerilediğini anlatmaya çalışıyor.

Akli ilimlerdeki bir gerilemenin, fıkıh ilmindeki içtihad ile izah olunması, temelinden yanlıştır. İtikad sahasında ise, içtihad zaten bahis mevzuu edilemez. Aslında mesele, din ve ilim arasında tezat bulunduğu şeklindeki Batı menşeli kanaatte düğümleniyor.

Buhranlarımız, dinimizin-mezhebimizin imkan vermemesi yüzünden asla değil, fakat dinimizin-mezhebimizin önümüze açtığı her türlü tekamül imkanlarını yeterince kullanamayışımız yüzünden meydana gelmiştir.

Bayat-basit bir nakaratı papağan gibi ezberlemişler, hep onu söylüyorlar: “Ehl-i Sünnet, mezheb disiplinini getirince hür düşünce ve akli ilimler geriledi.

Fıkhi Taklid, Umumi Gelişmeye Engel Değil Yardımcıdır

Fıkıhta taklid başlamış da, içtima-maddi-fikri ilerleme imkanları ortadan kalkmış. Taklidin başlayış zamanı olarak hicri dördüncü asrı gösteriyorlar. Hicri dördüncü asırda her şey toptan kötüye gitmeye başladıysa, bir Osmanlı Medeniyeti nasıl doğdu? 20 milyon kilometrekarelik bir dünyaya hükmeden bir Osmanlı Realitesi vücut buldu?

Tesadüfen mi? Manevi-hukuki-fikri temelleri olmayan bir madde rüzgarı sayesinde mi?

 

Osmanlı'nın Hukuki -İçtimai- İktisadi Üstünlüğü

Hz. Muhammed'in(sav) tebliğ ettiği dinin fikri gelişmeleri engellediğini belirtmek için çırpınanların iddialarını kabul etmek mümkün değildir. Bunun zıddını savunmak çok daha doğru ve kolaydır.

 

Yalnızlaşan Akıl

Medeniyetlerin tezahürleri maddidir, ama temeldeki amilleri maddi değil, fikridir, manevidir. Sade akıl, adamı tıpta-teknikte bir müddet ileriye götürürama sade akılla, akılcılıkla bir medeniyet doğamaz ve bir medeniyetin temelleri asırlarca ayakta tutulamaz. İslam aleminin gerileyip sebepleri, satvet devrinde filizlenmiş ve o şa'şaa ile beraber büyümüş ve nihayet asıl mahiyetinin hükmünü icra etme safhasında sahiplerini şaşkına çevirmiştir.

 

Felsefeden Naylon İçtihada

İslam Tarihi'ndeki şu örnekleri lütfen iyi düşününüz:

“Dinin sembolik bir manası vardır. Peygamberin vazifesi mahlukata ait hakikatleri başka türlü kavrayamayan bilgisiz halka onları anlatmaktır. Cennet, cehennem, ve Kur'andaki başka doğmalar birer sembolden ibarettir. Mükemmel bir filozof, peygambere üstün sayılmalıdır.” Farabi

Yokluktan hiçbir şey meydana gelmez. Ad kavminin mahvolmasına dair verilen bilgi hayal mahsulüdür. Din, sembollere başvurarak halkın hayal gücüne hitab eder. Gök cisimlerinin dönmesi Allah'ın iradesinden değil kendi içlerindeki vasıflarındandır.

Böyle bir medeniyet dengesi süreklilik ve istikrar ifade edemezdi. Bu hatalar İslam medeniyetine hiç bir şey kazandırmamış; bilakis, yarınları tehlikeye atmıştır. Şunu söyleyebiliriz: Batı'nın Newton, Leinbiz, Pascal, en son Einstein gibi ilim adamları, bizim 0rtaçağ filozoflarımızın bazılarından daha ziyade vahdaniyet akidesine yakındırlar.! Acı, ama gerçek. Bizim ortaçağ medeniyetimizi manevi taasup değil, maddi taassup, yani ifrat akılcılık ve materyalizme dönüşen felsefi zıpırlıklar çökertmiştir. Tabii, israfın sefahatin, saf heyecan eriyişinin refakatiyle.

İslam, batı felsefesine değil batı felsefesini İslam'a arz edecektir. Yapamadık bunu.

 

İçtihad, Tefekkür-Reform

“Şüphesiz ki siz kendinizden önce gelen milletlerin yoluna, karışı karışına, arşını arşınına, tıpatıp uyacaksınız. O derecede ki şayet o ümmetler daracık kiler deliğine girseler siz de onlara uyarak illa oraya girmeye çalışacaksınız.

-Ya Rasulullah! Bu ümmetler Yahudiler Hıristiyanlar mı?

- Onlardan başka kim olacak?”(Buhari)

 

Tekamülün Sırrı

Osmanlı Devleti “fiili cihad” bakımından büyük hamleler yaptı. Ama “fikri cehd ve cihad “ bakımından aynı dinamizmi devamlı kılamadı. İkincisi olmazsa ; birincisi önce anlamını kaybeder, sonra şeklini. Maddi ilerleme, özdeki keyfiyetin kemmiyet halinde köpürmesidir; keyfiyetin kemmiyete yansımasıdır. İman ışığında yürüyen aklın şumüllü tefekkürü olmadan, içtimai planda, sıhhatli hiçbir netice “kalıcılık” kazanamaz. Ama o varsa, maddi dalgalanmaların inişlerin-çıkışların çarelerini bulmak kolaydır.

Tekamülün sırrı, iman-akıl-tefekkür beraberliğindedir.

Osmanlı Devleti Tanzimat'la beraber İslam Hukuku'ndan Roma Hukuku'na geçmeye başladı. Çünkü Osmanlı Devleti'nde İslam Hukuku'nu tatbik edebilme kabiliyeti kalmamıştı. İslam Hukuku'nun tatbik edilebilme kabiliyeti değil, yanlış anlaşılmasın; bizde onu tatbik edebilme kabiliyeti kalmamıştı.

Tersini söylerler hep. “İslam Hukuku'nda tatbik kabiliyeti kalmadı, içtihadla genişletelim.” derler. Tekrarın sıkıcı zaruretini göze alıp bir daha ifade edelim: “Tatbik etme durumunda olanlarda tatbik kabiliyeti ve liyakatı kalmamıştı. Mesele içtihad meselesi değil, içtimai tefekkür yokluğu meselesidir.

REFORM ALBÜMÛNDEN

“Güneş her gün yenidir.” Heraklit

“Hakikat değişmez. Değişene hakikat denmez.” Bousset

“Bu reformcular, İslam'ı çürük olarak kabul etmişler. Dıştan payandalamaya çalışıyorlar. Hani bazı ahşap evler vardır, üstüne beton püskürtülür.” N. Fazıl

 

TECDİD VE REFORM

Beşi Bir Yerde

Malik Bin Nebi'nin yazdığı ve Ergun Göze'nin tercüme ettiği “İslam Davası” adlı eserde şöyle deniyor:

“Bu modüs-vivendi arayışı, İbn-i Teymiye'nin tohumlarını ektiği düşünceden de aşılanmış olarak, bugünkü tabii hareketleri doğuracaktır.

Birincisi Reform hareketidir ki, İslami şuura tamamen bağlıdır. İkinci

Modernist harekettir ki, daha az derin fakat daha kuvvetlidir.

 

Reform hareketi, müslümanın vicdanında önce yeraltı kaynağı gibi alttan alta akmış ve. İbn-i Teymiye'den sonra toprak altından bir kaynak gibi fışkırmaya başlamıştır. Bu fışkırmalarladır ki 1820'de birinci ve 1925'te bugünkü Vahhabi Devleti ortaya çıkmıştır. Bilhassa ilk Vahhabi hareketinden sonraki asırda Reformcu cereyanının bütün İslam dünyasına aksetmiş olduğunu görüyoruz. Bunu da, Cemaleddin Efgani'ye borçluyuz. Efgani'nin yalçın şahsiyeti engin bir kültürle bezenmiş bulunuyordu.(!!!)

“İşte bu kültürdür ki, İstanbul'un, Kahire'nin, Tahran’ın yetişen gençliğini izinden sürüklemiş ve Reform hareketinin başkumandanı yapmıştır,”(!!!)

Reform meselesini, diğer bütün reformlardan ayırt eden önder ise Şeyh Abduh olmuşturabduh, üstadı Cemaleddin'den devraldığı meseleyi içtimai bir kalıba sokmuştur... !

Unutmamak gerekir ki; İslam Dünyasında bilkuvve ve bilfiil ne var ise, Modernist hareketin, Şeyh Abduh’un ve O'nun ekolünün eseridir..!

Sonra da Müslüman Kardeşler hareketiyledir ki herşeyden önce bizzat Kur'ân-ı Kerim'in kendisi yenilendi..(!!!)

Bu eseri tercüme eden Ergun Göze'nin müellif ve eser hakkında neler söylediğini de kısaca nakledelim:

“Müellif eserinde ortaya koymuştur ki, tek bir İslam meselesi vardır. Hz. Muhammed(sav) büyük bir sosyolog yani cemiyet mimarıdır. Eser, İslam Medeniyeti tarihinin başarılı bir etüdünü ihtiva eder. İslam Medeniyetinin inhitatından sonraki cereyanlar, Reform hareketi ve Modernizm dikkatli bir tarzda anlatılmıştır. Bugün İslam için çıkış yolu olarak İslami Rönesanstan başka hiçbir çare olmadığı gösterilmiştir.”

 

Muharref Hıristiyanlık ve İslam

Onların kitabı muharreftir. Mevcut İncillerin ne zaman yazıldıkları bile belli değildir. Hıristiyanların ellerinde dolaşan dört İncil'i yazdıkları rivayet olunan şahıslardan hiçbiri Hz. İsa'ya yetişmemiştir. Kimden rivayette bulundukları da belli değildir. Hatta, eldeki 4 İncilin, kendilerine izafe olunan şahıslar tarafından toplandığı da meçhuldür. Dahası var: Bu İncillerin ilk defa ne zaman ve hangi dilde yazıldığı dahi bilinemiyor. En eski İncil metni 4. asırdan kalmadır ve Vatikan'daki nüshadır. Hz. İsa'nın hayatı hakkında ise, Kur'an- Kerim'de verilen bilgiler haricinde, hiçbirşey mahfuzen intikal etmemiştir. Bütün bu şartlar muvacehesinde, ruhban sınıfı kilisenin içtimai-iktisadi-siyasi imkanlarıyla bütünleşen bir müessese halinde ortaya çıktıktan sonra; insanlara zulmetmiş, ahiret ticaretine kalkışmış, din, din olmaktan çıkmış adeta hayat durmuştur. Batı'da reform, bu karanlıktan kurtulmanın çarelerini arama ihtiyacı şeklinde doğmuştur. Gayeleri, nispi bir iyileşmeyi gerçekleştirmekti. Onlarda “asla irca'ın imkanı mevcud değildi. Asla rücu ancak müslüman olmalarıyla mümkündü.(Bizde ise asla ircaın manası-ihtiyacı-mantığı yoktur.) Reformdan Rönesanstan önceki İncil ne ise bugünkü de O'dur. Onlardaki reform'un fiili manası, ruhban sınıfının tahakkümünü kırmak; teslis akidesine felsefe metodlarıyla karşı koymaktır. Bizde ne ruhbaniyet vardır ne de ruhban sınıfının engizisyonlu-endülüjanslı taassubu vardır. Ne de asli kaynakların en küçük bir tahrife uğraması bahis mevzuu olabilir, ne de teslis saçmalıklarından söz edilebilir.

İslam'daki tecdidin reformla en küçük bir alakası olamaz. Ama bizdeki reformcular, “reform” mefhumunu “tecdid” ile tedahül ettirerek ortaya bir garip taklid hicranı getirmek istiyorlar.

Abdullah Cevdet

Abdullah Cevdet'i tanırsınız. Tanırsınız da belki bilmediğiniz tarafları da vardır.

Mesela yaman bir içtihatçı idi!Zaten çıkardığı dergi de “İçtihad” adını taşımaktaydı. Abdullah Cevdet nasıl bir içtihad istediğini 1913 yılında yazdığı bir yazı ile şöyle açıklamıştır:

a) Mezhepler yeni bir mezhep içinde birleştirilecektir.

b) Kadınlar dilediği gibi giyinecektir.

c) Süleymaniye Medresesi, College De France; Fatih Medresesi, Ecole Polytechnique durumuna getirilecektir.”

Sanki din ile mezheple bir alakası varmış gibi.

Yine İçtihad Dergisi'nin 11 Aralık 1913 günkü sayısında “Bizde muhafaza edilmeye layık gelenek yoktur.” diye yazar.

“Türk Kadınlarını İtalyanlarla, Almanlarla evlendirip de kanımızı değiştirmeden kalkınamayız” diyen hem ateist, hem dinsiz, hem dahi telfik-i mezahipçi Abdullah Cevdet, irfan yolcusu imiş” Cemil Meriç

Celal Nuri ve Baha Tevfik

“Fıkıh ve Akaid, tadile muhtaçtır. Yahudiler, dinlerinde yaptıkları bu değişiklik sayesinde bugün ayaktalar. İslamiyetin de ilim ve fennin tekamülüne paralel bir tekamül geçirmesi lazımdır. Bu zamanda tatbiki kabil olmayan eski dini hükümleri kaldırmak vaciptir. Yeni Akaid ve Yeni Fıkıhın yanı sıra Kur'an'ın bu asra uygun yeni bir tefsiri yapılmalıdır. İslamiyet tecrübe üzerine kurulmuştur. İslam takarrür etmemiş son sözünü söylememiştir. Dinlerin müşahhasa taalluk eden kısımları ıtrah kaidesi gereğince yok olmaya mahkumdur. Din eski muhafazakarlığını bırakmalıdır. Herşey gibi din de değişecek tecrübe ve fen dinin sahasını daraltacak, din yalnız vicdana münhasır hale gelecektir.”

Şöyle diyor Baha Tevfik: “ Ahlakın esasını semada ve semavi kitaplarda aramaktan vazgeçelim. VATAN ve MİLLET boş sözlerdiraİLE hayatı manasızdır. İnsan ancak anarşizmde mutlu olabilir.”

 

MANEVİ DEĞERLER VE HAKİKATİN ÜSTÜNLÜĞÛ

“İlim ve din, aynı nur kaynağından gelen iki ışıktır.” Bacon

“Hayatın gayesi ilim değil, kutsiyettirama kutsiyet ilimsiz olmaz; ilmin yardımı olmadan da hayat, sevk ve idare edemez.” A. Carrel

“Dünyanın en büyük iki medeniyetinden biri İslam'ın diğeri Hıristiyanlığın eseridir.” Peyami Safa

“İlerlemek isteyenler Allah'a inanmalıdır. Faziletin dinsiz hizmetkarı olamaz. Mütefekkirlerin görevi, medeniyetin kalbini dinlemektir.” Victor Hugo

Tehlikeli Zan

Bazıları, manevi değerlerden ne kadar uzaklaşırsa maddi sahada o kadar başarılı olunur, sanılıyor. İddiaları şudur: “İşte Batı'da bir sürü rezillikler var ama, ilimde-teknik-medeniyette ileri gitmişler, yaşıyorlar. Manen rezillenmeden, maddeten ileri gidilemez.” Bugün Batı Medeniyeti olarak tavsif edilen maddi değerler manzumesi, o rezilliklerin ve tefessüh olgularının eseri değildir. Tersine onların tehdidi ve baskısı altındadır; onlar yüzünden dengesini büyük ölçüde kaybetmiş durumdadır. İnançsızlığın medeniyeti olmaz, inançsızlıktan hiçbir hayır-güzellik, doğruluk eseri vücuda gelmemiştir, gelemez. Tarih boyunca bütün medeniyetler bir manevi değerler sisteminden doğmuş ve yine bütün medeniyetler riya-ihtiras-bencillik-rüşvet-zulüm-gösteriş-israf-inançsızlık-bağsızlık gibi menfi amiller yüzünden buhranlara - çöküşlere uğramıştır.

Bir l9.asır Fransız yazarı olan Chateuriand çağının materyalist-pozitivist modasına rağmen, kendi kültür mirasının ta Pascal'dan beri şu veya bu şekilde devam ede gelen gelişme çizgisine bakınız nasıl cesaretle sahip çıkmaktaydı.: “Ben de tıpkı Pascal gibi insanlık meselesini ancak Hıristiyanlık dininin çözebileceğine inanıyorum!” Chateuriand, bütün eserlerinde bu inancını bu düşüncesini işlemiştir. Beş ciltlik eser yazdı. Adı, Hıristiyanlığın Ruhuydu. l9.asrın Fransız yazarı, şairi (hem de devrimcisi) Victor Hugo şunları yazabiliyordu: “Bazı düşünceler dua gibidir. Öyle anlar vardır ki; vücudun tutumu ne olursa olsun ruh secdeye kapanmıştır.” “İnanan, korkmaz” “Bunlar parlak karanlıklardıracınacak olduklarının farkında değillerdir...Bu düşünürlerin ilgisizliği bazılarına göre üstün bir felsefedir. “

Telafi Tedbirleri

Batı bir din-ilim kavgası yaşadı. Ama kavganın sonunda hem de pozitivizmin en şaşaalı döneminde, kendi laik yapısı içinde, dine ve kiliseye ayırdığı yer buydu işte! Özetleyelim: a)Hıristiyan ahlakı yine cemiyete hakimdi. b) Kilise, dini eğitim ve öğretim sahasında da, ibadet sahasında da tam bir teşkilatlanma hakkına yine sahipti. c) Siyasi faaliyetler sahasında, Hıristiyanlıktan ilham alan siyasi teşkilatlanma imkanları tam manasıyla mevcuttu.

Lakin, meseleyi, cemiyetler planında müşahede ettiğimizde; hiçbir felsefi ekolün hiçbir dönemde hiçbir cemiyetin fertlerini “din” kadar etkileyemediğini, hele bir ikame hadisesinin asla sözkonusu olmadığını görürüz. Esasen, seviyeli düşünürlerin büyük ekseriyeti, Allah ve Hıristiyanlığın ruhuna bağlı kalmış, sadece bunların bir kısmı, teslis-istismar-taassup unsurlarını bertaraf edebilmek amacıyla bazı teşebbüslerde bulunmuş, din-ilim kavgasına bu niyetle katılmış, bu arada dengenin şartlarını iyi gözetemeyen bazıları da başlangıçtaki gayeleriyle bağdaşmayan temayüllere saplanıp kalma talihsizliğine uğramıştır.

 

Materyalizmin Yediği Darbe

Din-İlim-Felsefe münasebetlerini kökünden sarsan asıl mühim gelişme, izafiyet inkılabı ile gerçekleşmiştir.

Din haline getirilmek istenen anlı-şanlı “determinizm” ta kalbinden yara alıyor; yahut temelinden sallanmaya başlıyordu! Şöyle:

19. asrın sonunda ilmin formülleştirdiği kanunlara dayanarak şekillenen maddeci-determinist felsefe, atomun parçalanması ile yıkılıyordu! Mutlak determinizm yoktu artık. İzafiyet determinist kavramların yerini almış oluyordu. Sadece Darwin değişimciliği değil determinist evrim sosyolojisinin temelleri de çürüyordu. Eski ilim anlayışı yok olmuş, tamamıyla yepyeni yollarla sonsuz imkanlara açılan bir tevazu ve hayret halli zorunlu hale gelmişti. Felsefe, tam bir bocalama içine düşmüştü. Determinizm yok oluyor ve bir posa halinde Marksizmin malı haline geliyor, ama ona dayalı felsefenin yerine neyin konulacağı bilinemiyordu. İster istemez, felsefe, mantık-psikoloji-sosyoloji gibi sınırlı-mütevazi disiplinlere ayrılıyor ve eski “büyük iddialar ileri sürme alışkanlığı” ndan vazgeçmek zorunda kalıyordu. İlim de felsefe de hadlerini bilmek durumundaydılar artık.!

Allah inancı Allah'ın sürekli olarak tedbir ve tasarrufunu kabul etmek demektir. İşte yeni dönem de, bu hakikati gören Astronom J. Jeans'in yorumu: “Evren büyük bir makinadan ziyade, büyük bir düşünceye benzemeye başladı. Ruh, bize artık, maddeler alemine rastgele girmiş bir sığıntı olarak görünmüyor. Ruh, bize, bu alemlerin bir Yaratıcısı, bir Hakimi bulunduğunu ve O'na bağlanmamız gerektiğini telkin eden bir cevher gibi görünmeye başladı. Atom'daki güç düşüncelerimizle ruhumuzla iman etmemiz gereken bir “en büyük güç” ün bir “Yaratıcı” nın varlığına delildir. Keşfettik ki evren, bizim ruhlarımızla yakınlaşabileceğimiz bir kudretin isbatı ve izharı mahiyetindedir. Pek yakın bir gelecekte, din ve ilim etrafında sürdürüle gelen kavgaların tarihe karışmasını beklemeliyiz. Fakat asla bitmeyecek olan iman-imansızlık mücadelesi, ilmin teyidine rağmen, kendi hususi hali içinde tabii ki devam edecektir.”

İzafiyet inkılabının en büyük mümessili Einstein ise şöyle diyordu: “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din de topaldır. Kainatta, tesadüf ve gayesizlik diye birşey yoktur. Çünkü Yaradan kainatta abes iş yapmaz.”

Mukayese ve Netice

Batının ilmi ve fikri tarihine bakıldığında bir medeniyetin doğuşuna gerçek manada fikren ve ilmen katkıda bulunanların oluşturduğu gelişme hattı boyunca, Allahsızlığın, sevgisizliğin, zalimliğin mümessillerine rastlayamazsınız. Onlar, öbür hattın üzerindedir ve onların hiçbiri müsbet bir neticenin doğmasına yardımcı olabilecek tesirler bırakmamışlar ancak nihilizm, maddeci pozitivizm, ateizm ve komünizm belalarının vücut bulmasına yol açmışlardır. Onlar bir medeniyetin doğuşunda pay sahibi olamazlar; sadece, içinde yaşadıkları ve onlara rağmen tekevvün eden bir medeniyetin vasıtalarından faydalanarak o medeniyetin temellerine saldırırlar. Marks, onlann son safhadaki lideridir.

Biz ne “Biz” olarak kalabildik ne de onlar gibi olabildik. “Biz” olarak kalamadığımız için kendi kaynaklarımızdan yeterince feyizlenemedik. Onlar gibi olamadığımız, olamayacağımız için onların kaynaklarından da faydalanamadık.

Halbuki “Biz” olarak kalabilmenin manevi-fikri icaplarını yerine getirebilseydik; hem kendi kaynaklarımızdan yeterince feyizlenecek hem de onlardaki müspet olguları (yitik malımızı bulmuş gibi) kazanacaktık.

 

İSEVİLİK, HIRİSTİYANLIK VE RUHBAN-LAİK FARKLILAŞMASI

Dini Otorite, Siyasi Otorite, Sosyo-Ekonomik Yapı

Papa ile imparator arasynda çeki?meler bitmiyordu. Kilise ile siyasi iktidar menfaat birli?i ?artlarynda birbirlerini tamamlyyorlar, ama o menfaatler çeli?ince mücadeleler Kilise, imparatora itaat duygusunu sa?lamak bakymyndan iyiydi; imparatorluk, kilisenin inançlaryny ve nüfuzunu siyasi kuvvet aracyly?y ile di?er toplumlara kabul ettirmek bakymyndan iyiydi. Ama kilise, siyasi otoriteye hakly veya haksyz müdahale edince, öbür vechesiyle siyasi otorite kiliseye müdahale edince, aradaki uzla?ma bozuluyordu. Yki kuvvetin de birbirlerine müdahalelerinde bazen hakly bazen haksyz davrany?lar olabiliyordu. Her iki kuvvet te hakly olduklary noktalary öne sürerek halk nazarynda kendilerini savunuyorlardy.

Evet, ruhban synyfynyn zaaflaryny ve ihtiraslaryny dizginlemek reformun hakly gerekçesiydi. Ama imparatorun asyl derdi bu de?ildi, yani dinin özünü saptyrmalardan korumak de?ildi. Siyasi kuvvet syrasy gelince kiliseden dinin özüyle ilgili taviz vermesini de istemi?tir. Faiz, maddecilik ve zulüm mes'eleleri böyledir. Burada belirtmek istedi?imiz asyl tesbit ?udur: siyasi ototritenin derdi genellikle kendi otoritesinin zaafa. bölünmeye u?ramamasydyr. Onun reformist tavryny tayin edip yönlendiren bir numaraly endi?e budur. Krallyklaryn kilseye kar?y tamamen müstakil bir hüviyet kazanmak istemesiyle kilise önce zaafa u?rady, sonra yeni yerini buldu. Bu krallaryn refomu idi. Daha sonra feodalite, burjuva ihtilalleriyle yykyldy. Kilise geriye itildi. Kapitalizmin önü iyice açyldy. Bu da krally burjuva parlementolarynyn reformu idi. Tabii çalkantylar durulunca kilise yeni bir yer buldu. Ve ondan da sonrasy için ?unu söylemek kafidir: “Demokrasinin ?ekillenmesi ile laikli?in ?ekillenmesi birbirine paralel olarak ayny denge esaslaryna göre tekemmül etti.”

 

Rönesans ve Luther

12.Asyrda baty, büyük bir de?i?im içine giriyordu. O zamana kadar Efiatun'a synyrly bir yorum getiren hristiyan skolasti?inin donuklu?u içindeydi. De?i?im te'sirleri Yslam dünyasyndan geliyordu. Papa II. Sylvestre, Toledo'daki Yslam üniversitelerinde okumu?tu. Yspanya ve Yran'daki üniversiteler hyristiyan alemine y?yk saçyyordu. Yspanya'daki Yslam medeniyetini gören hristiyanlar, oradan aldyklary ilhamla, Philipe Auguste vasytasyyla ilk hristiyan üniversitelerini kurdular.

15. Asra gelindi?inde rönesansyn ?artlary tamamlanmy?ty. Rönesans, hümanizm denilen hadisedir. Laikli?in fikri manasy ilk defa buradan beslenmeye ba?lyyordu. Hristiyanlyk felsefi yorumlara tabi tutuluyordu. Buna kilisenin zulümleri de eklenince Erasmus, Luther, T. More hatty belirmeye ba?lamy?ty. Kilise manen çökmü?tü. Roma kilisesi imtiyaz belgeleri ve günah çykartma ticareti yapyyordu. Reformcu dü?ünce kuvvet ve cesaret kazanyyordu. Günah çykartma ve ?araply ayin yasaklanmalyydy. Luther, 3l Ekim 15l7'de günah çykarma belgesinin saty?yny mahkum eden protesto bildirisini Vittenburg kilisesinin kapysyna asty.

 

Luther Reformu ve Neticeleri

Rönesans sonrasynda oldu bitti zannedilen reform, kilise te?kilatynyn milli özelliklere göre de?i?iklik göstermesi ile sonuçlanan safhadan ibarettir. Bunun fikri yönü de elbette vardyr ve ayryca devam etmi?tir; ama kastolunan fiili de?i?imin özeti ilk safhasyyla bundan ibarettir. Roma kilisesi, bütün hristiyan alemini ku?atan bir te?kilat durumundaydy. Hristiyan devletler ve topluluklar bundan rahatsyz oluyordu. Bizans kilisesi nasyl Ortodoks kilisesi halini almy?sa: Yngiliz kilisesi, Angilikan kilisesi; Fransyz kilisesi, Kalvinizm kilisesi halini aldy. Roma kilisesi evrenselli?ini yitirip Katolik kilisesi adyyla bir mezhep durumuna dü?tü. Rönesansla birlikte anylan ilk safhanyn özeti budur.

Fikri hareket noktasy, dinin kiliseden de?il, Yncil'den ö?renilmesi, Yncil'i kilisenin de?il, hür dü?ünce sahiplerinin tefsir etmesi, ilmi-fikri hayata tahakküm edilmemesi, çykarcylyktan aryndyrylmasy idi. Bunlaryn hiç biri ilk safhada sonuçlanmy? de?ildi.

Zannedilir ki; rönesansyn açty?y vadide Luther'le reformlar ba?lady ve kysa zamanda neticeleniverdi. Reformlar ne onunla ba?lady, ne de onunla bitti! Mesele tek yönlü ve basit bir olgu de?ildir. Bir çok yönü, saflyalary ve sebepleri vardyr. Reform dalgalary, ini? çyky?lar göstererek Fyansyz Yhtilali'ne kadar devam etmi?tir.

SİYASİ VE HUKUKİ BİR PRENSİP OLARAK LAİKLİĞİ HAZIRLAYAN DÜŞÜNCELER

Laikli?in fikir babalarynda J. J. Rousseau, lyristiyanly?y tahlil ederken ?unlary söyler:

“Hristiyanlyk insanlara manevi bir dünya kurar ama onlara ictimai ve siyasi ölçüler göstermez, bu çe?it bilgiler hakkynda bir ?ey söylemez. Bu içtimai ruha aykyrydyr. Hristiyanly?yn kurdu?u dünyada ya?amak isteyen insanlar, bir insan cemiyeti olmaktan çykar.”

Çünkü lyristiyanlyk tamamen ruhani bir dindir. Ruhani bir insan cemiyeti ise mümkün de?ildir.

Di?er taraftan, dinin mü?ahhas mümessilleri, te?kilatly bir kuvvet haline gelmi?; o mümkün olmayan ruhani hayaty zorla hakim hayatyn bütününe kylmak gayesinin pe?ine dü?mü?. Halbuki böyle bir yetki kendilerine Yncil tarafindan da verilmemi?tirama Yncil adyna kuvvet sahibi olanlar, içtimai hayatyn bütününe hakim olmak ve yön vermek istiyorlaranla?mazly?yn kavganyn sebebi budur.”

Rousseau'nun zikretti?imiz gibi Yslam'a atyfta bulunmasy ?unun içindi... Diyordu ki: “Yslam, hayatyna siyasi-içtimai-iktisadi yönlerini de gösterir ve Yslam'rn en yüksek temsilcisi siyasi otoritenin de ba?ydrr. Burada bir bölünme yok. Yçtimai ruha aykyry bir taraf yok. Ama bizde öyle de?il.”

“Yncil, tamamen ruhani bir hayat tavsiye ediyor. Hayatyn bütününü tam dikkate almyyor. Ynsanlara, dünyevi meseleleri çözmede yol göstermiyor...Ahlaki ölçüler getiriyor; fakat bu kadary, içtimai hayat için kafi gelrniyor.

Madem ki, hyistiyanly?yn kiliseye böylesine yetkiler veren bir yönü yoktur, kilisenin siyasi otoriteye müdahale etmemesi gerekir. Kilise adamylary i?i saptyryyorlar. Onlaryn yaptyklary, olmayan hükümleri uygulamaya kalkmak ve olmayan yetkileri kuyllanmaktyr. Din, kilise adamlarynyn zorbaly?yna alet edilemez.”

Rousseau'nun asyl gayesi, kilisenin manevi-fikri-siyasi-maddi tahakkümünü kaldyrmak ve hristiyanly?y kendi ölçülerine-sezgilerine göre saf ve yaygyn bir verimlili?e kavu?turmaktyr. Din hakkyndaki görü?lerinin temeli budur. Bunu ta Victor Hugo'ya kadar bir çok batyly dü?ünür benimsemi?tir. Laikli?i hazyrlayan temayüllerin fikri kökü de bundan ibarettir. Mesela Hugo, parlementoda e?itimle alakaly bir kanun görü?ülürken ?öyle hitap etmi?tir: “Ben devletin laik olmasyny istiyorum, devlet ile kilisenin ayrylmasyny istiyorum! Çünkü ruhban synyfyna itimadym yoktur. Böyle diyorum diye sakyn benden ku?kulanmayyn ve din e?itimine kar?y oldu?umu sanmayyn. Din e?itimi bu gün her zamankinden daha çok zaruridir. Ynsan büyüdükçe daha çok inanmak zorundadyr. Zamanymyzda bir felaket var: her ?eyi dünya hayatyndan ibaret sanmakla, insany amaç olarak yalnyzca dünya hayatyny göstermekle, bütün sefaletlerin etkisi daha da artyyor. Vazifemiz sefaleti kaldynnak ve ayny zamanda bütün ba?lary semaya yönelterek, bütün ruhlary ve dikkatleri mutlak adaletin tecelli edece?i ahiret hayatyna çevirmektir. Her ?ey, Kadir-i Mutlak’yn elindedir.”

LAİKLİĞİN VE LAİKLİKLE İLGİLİ KAVRAMLARIN İLMİ TARİFLERİ

Laikliğin Tarifi

Devlet üzerinde dinin “emredici-mecbur kylycy” bir etkisinin hukuken mevcut bulunmamasy; devletin dine kary?mamasy; devlet te?kilaty ile dini te?kilatyn birbirine müdahale ve tahakküm etmemesi; kapsamy ayryca kesin tarife ba?lanan din hürriyetinin teminat altynda olmasy; laikli?in tarifidir.

 

Din Hürriyetinin Tarifi

Din hürriyeti, bir dine inanmamak veya inanmak ve inandy?y vecibelerini yerine getirmek hürriyetidir. Dini vecibelerini yerine getirme hürriyeti; ibadet etmek ve dini e?itim, ö?retim, telkin, te?kilatlanma, ne?ir haklaryny içine alyr. Di?er dü?ünceler için sa?lanan hürriyet hakkynyn dini-manevi fikirlere de aynen tanynmasy, din hürriyetini teminat altyna almanyn vazgeçilmez ?artlaryndandyr.

Laikliği İhlal

Dinden kaynaklanan veya mülhem bulunan bir fikre bir esasa bir görü?e bir teklife, dinin emredicili?i bulundu?u gerekçesiyle ve zoruyla devlet düzeninde yer verilmesi; devlet te?kilatynyn birbirine müdahale veya tahakküm etmesi; din ve vicdan hürriyetinin engellenmesi; laiklik ilkesinin bozulmasy “bozulmasy, haleldar olmasy, ihlal edilmesi” demektir.

Laikli?in ihlali; laiklik ilkesinin uygulany?ynda icra edilmesinde, bir bozulmanyn meydana getirilmesidir. Bu itibarla, laikli?in ihlali; ferdi olarak vatanda?laryn de?il, daha ziyade siyasi iktidarlaryn yapabilece?i bir fiildir.

Din Hürriyetinin Sınırlandırılması

Din hürriyetinin laikli?i ihlal sonucunu do?uracak ?ekilde kullanylmasyny önlemek için hazyrlanan kanunlar ve bu kanunlaryn uygulany?y dini hürriyetlerin kullanylmasynda ürkeklik do?urucu ve dini hürriyetlerin kapsamyny bir belirsizlikler alny haline getirici nitelik ta?yyamaz,

 

Fikri Hürriyet ve Laiklik

Fikri alanda laiklik prensibi; dinin lehinde aleyhinde içinde, dy?ynda bulunan her dü?ünnceye ifade ve temsil hakky vermesi demektir. Laiklik bir dü?üncenin bir görü?ün syrf “dini olmak vasfyndan dolayy “ kabul edilmesi gere?ine kar?ydyr; fakat ayny dü?üncenin görü?ün izah-ikna-tarty?ma yoluyla hür tercih ve kabul ortamynda tanytylmasyna ve herhangi bir dü?ünce gibi ?u veya bu ölçüde istifade imkanlaryn teminat vermi?tir.

Dini vasyf ta?yyan bir fikrin dinilik vasfynda “siyasi emredicilik “unsurunun bulundu?u gerekçesiyle ve iddiasyyla kabul edilmesini savunmak; laikli?e aykyrydyr. O fikrin, ayny gerekçeyle uygulamaya konmasy ise laikli?i ihlaldir.